“Evin kendisi kesinlikle ceza değildi. Her tarafta hazineler parlıyordu. Oymalı sandıklar, yumuşak halılar, altın kaplamalar, yataklar, tabureler, süslü sacayakları ve fildişi heykeller. Denizlikler beyaz mermer, kepenkler dişbudak ağacıydı. Mutfakta başparmağımı bıçaklarda gezdirdim, bronz ve demirin yanı sıra sedef ve obsidiyen bıçaklar da vardı. Kuvarz kristalinden ve dövme gümüşten kaseler buldum. Odalar ıssızdı ama ortada zerre toz yoktu, mermer eşikten tozların geçemediğini sonradan anlayacaktım. Üstünde ne kadar gezinirsem gezineyim yerler daima tertemiz, masalar ışıl ışıldı. Küller şömineden kayboluyor, tabaklar kendi kendilerini yıkıyor, şömine odunları gece kendiliğinden tazeleniyordu. Kilerde yağ ve şarap kavanozları, peynir ve arpa kaseleri vardı, her zaman taze, her zaman ağzına dek doluydular.” İşte böyle bir eve sürgüne gönderiliyor Kirke, Aiaie Adası’na, güneş tanrısı olan babası Helios tarafından. Tek suçu doğduğundan itibaren bir şeylere, bir aileye ait olmaya çabalaması fakat maalesef ölümsüz bir tanrıça olmasına rağmen aradığını bulabilmek için onca trajediyi, felaketi, acıyı sırtlamak zorunda kalıyor. Kitabın konusuna daha fazla giremem sadece şunu söyleyebilirim ki; Yunan mitolojisini biliyorsanız inanılmaz zevkle okuyacağınız bir hikaye... okumak isteyenler için incelemenin devamı blogda.