1949 yılında Tavas'ta doğdu. 1968'te Denizli Lisesinden, 1973'te ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Aynı üniversitede master çalışmalarında bulundu. Serbest avukatlık yanında gazete ve dergi yazarlığı yaptı. Moral FM radyosunun kurucularından olup aynı radyoda program yapıyor.
Risale-i Nur üzerine araştırma ve incelemeleri bulunan yazarın, "Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi" isimli ilk çalışması 1976 yılında yayınlandı. 1982 yılında "Laikliğin Neresindeyiz?", 1984 yılında (765 sayılı) "Türk Ceza Kanununun 163. Maddesi Hakkında Kesinleşmiş Yargı Kararları" ve 1989 yılında "Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursî" isimli çalışmaları yayınlandı.
Yazar, halen serbest avukatlıkla birlikte, Nesil Yayınları ve Etkileşim Yayınlarının Yayın Kurulu Başkanlığını yapıyor.
Eğer akıl ve nakil hükmü çatışırsa, usûl ilminin prensiplerine göre akıl hükmü tercih edilecek nakil tevil olunacaktır. Fakat bu aklın, selim akıl olması gerekir
Ona-Bediüzzaman’a- göre, İlâhî irâde nazariyesi içinde, hak mefhumu en mümtaz yerini almakta ve teminata bağlanmış bulunmaktadır. Şu ifâdeler bunun açık delilidir:
«Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak, haktır; küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilemez» (1).
Bu ifâdeler hak mefhumuna, ilahiyatçı bir hukuk anlayışı içinde mâna vermektedir. Buna göre hak, mutlak mânada himâye altına alınmış bulunmakta ve kendine has bir orijinallik arzetmektedir çünkü, umumiyetle Batılı mânadaki ilâhiyatçı hukuk uygulamalarında insan hakları dâima, monarșik idarelerin keyfî, istibdadından kurtulamamıştır. Halbuki Bediüzzaman, hak mefhumunun gerçek teminatını İslâm'ın İlâhiyatçı hukuku açısından yaptığı izahta bulmuş ve göstermiştir. Zira, Batı hukukları cemaatin selâmeti için ferdin hukukunu ihmal edebilen bir ölçüyü zulme yol açabilecek bir anlayış içinde benimsemiştir. Ferdî haklar asırlar boyunca tahdit ve tehdit altında tutulmuştur. Halbuki İslâm hukuku ise, adalet-i mahza mülahazasiyle bir ferdin hukukunu bütün Insanlara feda etmeye müsait değildir. Bu ölçü, İslâm'da insan haklarının ne derece korunduğunu gösteren değer hükmü olmaktadır. Batıda ancak XVIII. asırda görülmeye başlayan cezaların şahsîliği yolundaki gelişmeler, bu noktada İslâm'ı on asır geriden tâkip etmek durumunda kalmıştır
(1) Mektûbat, 50.
Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatle belâgat ve mantık ile hikmettir. Evet hikmet derim, çünkü, hayr-ı kesirdir; şerri vardır fakat cüz'îdir.
Cenâb-ı hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek (kavramak) üzere bir Vahid-i kıyasî vazifesi görüyor. Maalesef insan, benliğini su-i ihtiyar hâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir fir'avun olur
"Bilirsin ki; ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahî kafanı teftiş etsen, mâlumatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun."