Gelelim sana, hiç bu kadar susmak istememiştim... Bizim mevzular belliydi de, kafamız karışıktı işte biraz. “Kendi düşmanına kıyamadığında, dostuna hainlik üzerine konuşmaktan da caymalı insan.” demişti Sara hatun. Yani insan ki; omuz omuza yürür, uzun uzadıya böyle yollarda yan yana akar, süzülür ve gider ya hani.
Demem o ki, oğlum Mehmet, “Aynı
Yürüyorum…
Vedalaşmadan gitmenin yelkenini içimin şu köşesine minber tayin ederek kaçıyorum buradan. İki yakamı bir araya getiren düğmemi arar iken bacaklarıma inen dermanı selamlamıyorum. Bir durup bakmanın yetim kalmış başını okşayacak bu elleri, yok yere kökünden kesmiş olduğumu bildiğim halde bu yokluğa ampute süsü veriyorum çağa sitem eden
Canım,
uzandığım yerde yazıyorum
yorgunum pek,
aynada yüzümü gördüm, adeta yeşil.
Havalar soğuk, yaz gelmeyecek.
Haftada otuz liralık odun lazım,
başa çıkılır gibi değil.
Demin, sofada iş görürken
Battaniyemi aldım sırtıma.
Camlar, çerçeveler kırık,
Kapılar kapanmıyor.
burda barınmamız imkansız artık,
taşınmalı,
ev yıkılacak üstümüze.
Kiralarsa dehşet pahalı.
Sana bunları ne diye anlatırım?
Üzüleceksin.
Derdimi kime dökeyim?
Kusura bakma.