Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Yüzellilikler namı altında memleketten ihraç ettiğiniz adamlar ile kendi kendilerine hicret etmekte bulunan kimseler cumhuriyetinizin cenup hudutlarında teşekkül eylemiş yeni hükümetler arazisine ve bahri sefid havzasını geçerek merkezi Avrupa'ya kadar dağıldılar. Birinci ikiliğin izalesinden sonra ittihaz olunan tedbirden doğan bu yeni ikilik şu suretle kabili tariftir: On seneden beri devam eden Cumhuriyet rejimi iki Türkiye vücuda getirdi. Biri hududu mülkiye ve siyasiyesi malum ve mahdut ve bir teşekkül düveliye sahip olan dahili Türkiye, diğeri memaliki ecnebiyede hududu mülkiyesi namahdut ve düveli bir teşekkülden mahrum harici Türkiye.
Sayfa 12
Doktor Mehmet Şükrü Sekban
Aslı, bugün Elaziz’in ilçesi olan Madenlidir. Cildiye mütehas­ sısı ve Cerrahpaşa Hastahanesinde bugünkü manada doçentti. İstanbul’daki tüm Kürt faaliyetlerinin içinde yer almıştır. Çok pa­ ra kazanırdı. Tüm Kürt dernek ve dergilerine maddi yardımlarda bulunmuştur. Atatürk’ün “Yüzellilikler” dediği listenin başınday­dı. O da, diğer Yüzellilikler
Reklam
Bedirhan aşiretinin ileri gelenleri Hürriyet ve İtilaf partisini tutarlardı. Bunların bir kısmı İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Kürdistan Teali Cemiyetinin aktif üyesi idiler. Amaçlan görünüşte bağımsız, gerçekte İngilizlerin uydusu durumunda bir Kürdistan devleti kurmaktı.
Sayfa 192Kitabı okudu
hain mustafa
Abaza kökenlidir. Yunan ordusu, İkinci İnönü savaşıyla son bulacak olan ileri yürüyüşüne yan destek sağlamak amacıyla, 1921 yılı mart ayı başında Adapazarı'nı işgal etmiş, yöre eşrafından Abaza Mustafa'yı kaymakam olarak atamıştı . Abaza Mustafa, işgal kuvvetleriyle işbirliği yaparak yerli halka zulüm ettiği gibi, güzel müslüman kadınları Yunanlı kumandanlara sunmak gibi bir görevi de üstlenmiştir. 21 Haziran 1921 tarihinde Adapazarı kuvayı milliyece kurtarılınca, İstanbul'a kaçtı. Burada tutuklanarak Bekirağa Bölüğü hapishanesine konuldu. Yüzelli Kişilik Listede "Adapazarı kaymakam-ı esbakı Hain Mustafa" olarak yer aldı ve yurt dışına çıkarıldı.
Sayfa 191Kitabı okudu
Af konusu bütün basında yer alıyordu. Ancak gazeteler affa ilişkin haberleri, yorumsuz olarak, taraf tutmaksızın vermeye özen gösteriyorlardı: iki tanesi müstesna. Bunlar o tarihlerde Türkiye'nin iki büyük basın organı olan Cumhuriyet ve Tan gazeteleriydi. Bu iki gazete, af konusunda birbirlerine zıt tutum takınmışlardı. Cumhuriyet gazetesinin başında, aynı zamanda milletvekili olan Yunus Nadi vardı. Tan'ın başyazarlığını yapan Ahmet Emin Yalman milletvekili değildi ama gazetecilik mesleğinin bir üstadı idi.
Sayfa 155Kitabı okudu
cumhuriyetten* 150liklerin affını savunup onları öven tan gazetesine
Bir adam, fikir uğrunda, ideal uğrunda, vatanından uzak düşerse, kanaatleri zafere kavuştuğu zaman bir mücahid debdebesiyle memlekete dönebilir. Adına da heykeller dikeriz. Fakat cemiyete ihanet suçuyla dışarı atılan insanların ümidlenecekleri en büyük nimet ancak günün birinde affedilmek olabilir. Millet, işte o alicenaplığı gösteriyor. Yüzelli kişiden sağ kalanlar ve yüzü olanlar yakında aramıza gelecekler. Mazilerini kasap süngeriyle silerek yeniden Türk vatandaşlığını kazanmalarına müsaade ediyoruz. Henüz doğmamış farz edilmek onlar için en kıymetli bir iltifattır. Vaziyeti her hangi bir şekilde istismara kalkanlar bu milletin büyüklüğü ile alay etmiş olurlar. Bu ise, kimsenin haddi değildir.
Sayfa 151 - *cumhuriyet gazetesinden (başlığa sığmadı..) (=Kitabı okudu
Reklam
Af kararının belirginlik kazanması üzeri ne yine Tan gazetesi Haleb'de bulunan Refik Halid'e bir telgraf çekerek "yurda kavuşmaya ait duygularını" sormuştu. O zaman daha "Karakayış" soyadını kullanan Refik Halid'in gönderdiği telgraf ise gene 2 haziran tarihli nüshasının baş sayfasında iri puntolarla yer alıyordu: "Dönüş sevincim katmerlidir. Sevgili yurdumu ne halde bıraktım? Nasıl bir harika ile karşılaşacağım. Dumanı yaslı tüten bir fabrika bacası tanırdım: Zeytinburnu... Ankara 'da tek bina Taşhan 'dı. Bankalarda dilimiz ötmez, şirketlerde sözümüz sökmezdi. Trende Türkçemi Rumlaştırmadan biletçiye meramımı anlatamazdım. Tokatlıyan'da frenkçe söylemezsem garsona dilediğimi kolayca yaptıramazdım. Plajlarımızda yüzen yabancılara kıyıdan korkarak bakar, Avrupadan dönerken huduttan şapkamı pencereden atardım. Memlekette toprağın kurusu bizim, yaşı elindi. Bıraktığım haldeki bu vatan yerine istiklal ve mucize ülkesine kavuşmaktan duyduğum heyecan içinde, şu yaşımda ağlar güler ilan bebeklerine döndüm. Mütemadiyen tekrarladığım söz: Yaşa Atatürk, beni gurbette de göğsümü kabartarak yaşatan Atatürk. Refik Halit Karakayış''
Sayfa 150Kitabı okudu
Milli Mücadeleye karşı çıkanlar Sakarya Savaşı sonrası tedirginlik içine düşmüşler, maddi gücü yerinde olanlar ülkeyi yavaş yavaş terk etmeye başlamışlardı. Bu terk ediş veya kaçış Büyük Zaferden sonra artmış 6 Kasım 1922'de Ali Kemal'in İzmit'te linç edilmesiyle panik haline dönüşmüş, 17 Kasım 1922'de Vahidettin'in kaçışıyla doruk noktasına ulaşmıştı.
Sayfa 125Kitabı okudu
Yaygın kanıya göre, Türkiye Cumhuriyeti Devleti erken doğmuş bir cenindi. Yaşama şansı hemen hemen hiç yoktu. Ölmesi için sadece bir süre beklemek gerekiyordu. (Çünkü Türkiye'de ne sanayi ne ticaret ne doğal kaynaklar ne de yetişmiş insan gücü vardı.) Ama bu bekleyişlerin sonu gelmiyordu bir türlü. İşin tuhaf yanı, günler geçtikçe bebek büyüyor konu komşu arasında onu sevenler çoğalıyordu. Dünya kamuoyu bu işin sırrını araştırmaya koyuldu. Yanılgının sebebi neydi? Sonuçta şu kanıya varıldı. Kendi deyimleriyle, anaların birkaç yüz yılda bir doğurduğu bir dahi bu devletin başındaydı. O başta kaldığı sürece de bu büyüme, bu gelişme durdurulamazdı. Çare, onun vücudunu ortadan kaldırmaktı.
Sayfa 106Kitabı okudu
ingiltere ve onun halifelik hakkındaki düşüncesi hakkındadır..
İngiltere, bir bakıma dünyanın en büyük müslüman imparatorluğu olduğundan halifelik sorunuyla yakından ilgileniyor ve halifeliğin mutlak kendi denetiminde bulunmasını istiyordu. Ama kimin halife olacağına karar veremezdi. Çünkü halife olacak kişi hakkında müslüman dünyasında ortak bir uzlaşma (consensus) olması gerekiyordu. Kaldı ki halifeliğe hem Mısır hem de Hicaz kralı talipti. Bu iki ülke fiilen İngiltere'nin sömürgesi durumundaydı. Bunlardan birinin yanına ağırlığını koyarak diğerini darıltmak işine gelmezdi. Bu durumda onun için (İngiltere) en iyi yol, halifeliğin Osmanlı hanedanında kalmasıydı.
Reklam
6 Kasım 1922 günü, Ali Kemal'in kaçırıldığı haberini duyup da benzer kaderi paylaşmaktan korkanlar, Rıza Tevfikler, Refik Halidler, Mustafa Sabri, Zeynel Abidin, Vasfi Hocalar ve kendilerini bunlar gibi görenler, kıyıdan köşeden seğirterek kapağı İngiliz Büyükelçiliği'ne attılar. Rıza Tevfik anılarında şöyle anlatır: ''Sefaret kapısına geldik. Orası mahşer olmuştu. Bir çok hıristiyan ve müslüman halk sefarete iltica ediyor ve kavas mani olmuyordu. Sefarethanenin bahçesi de hıncahınç dolu idi."
9 eylül 1922 sonrası,
O güne kadar koltuk altında veya yelek içinde saklanan kalpaklar başa geçiriliyor, olmıyanlar da birer tane edinmeye çalışıyordu. O güne kadar muhalif olanlar şimdi Milli Mücadele yanlısı gözükmek için en usta taktisyenleri bile şaşırtacak manevralar yapıyor, adımlar atıyorlardı.
Sakarya savaşı, hem Türk ulusunun , hem de İstanbul şehrinin kaderinde bir dönüm noktasıdır. Bu zaferle birlikte Türk'ün asırlardan beri doğuya çekilişi durmuş; gene bu savaşın kazanılmasıyla İstanbul'da Mütareke başından beri kaybolmuş olan Türk'ün sesi yeniden duyulmaya başlanmıştır. Gerçekten bu savaşa kadar İstanbul, kozmopolit görüntüsü günden güne artan, başta İngilizler olmak üzere yabancıların, gayrimüslimlerin levantenlerin borusunun öttüğü bir şehir görünümündeydi. Sofrasının baş köşesinde bunlar oturuyordu. Padişah ve çevresi ile Milli Mücadeleye karşı olanların, İtilafçıların, yerli işbirlikçilerin bu sofradan ancak kırıntı toplamalarına göz yumuluyordu. Kuvayi Milliyecilerin sofraya bakmalarına izin bile verilmiyordu. Beş asırdır İstanbul'un efendisi olan Türklere artık yok olmuş bir milletin utanç verici kalıntıları olarak bakıyorlardı. Türk'e hakaret etmek, onları küçümsemek en doğal bir haktı. Ne yazık ki bu hakaretlerin bir kısmı gene Türk vatandaşlarından geliyordu. Bu durumda Müslüman Türk halkı ezik, suskun, içine kapanık bir umut ışığı gözlüyordu. Sakarya savaş ı bu umudu getirdi.
İtilafçılar için nasıl her şeyden önce "İttihatçı düşmanlığı" geliyorsa, sarayla ilişki kurmuş kişiler için de "Padişah efendimizin hukuku" öncelik taşıyordu. Padişah da kendi hukukunu, vatan ve milletinkinden üstün görünce, bu kişiler ister istemez kendilerini Milli Mücadelenin karşısında buluyorlardı.
İç düşman olarak bilinen bu kişileri yönetenler yani asıl beyin takımı ise İstanbul'da oturuyordu. Padişahıyla, hükümet üyeleriyle, sivil ve asker yüksek bürokratlarıyla, din adamları, politikacıları , yazar-çizerleri ve Saray erkanıyla Milli Mücadelenin yazgısı üzerinde zaman zaman çok olumsuz etkisi olmuş kişiler!.. Büyük zaferden sonra bunlar arasında da tedirginlik başlamıştı. Acaba gavuru dize getirmiş olan Ankara hükümeti zaferin yüzsuyu hürmetine kendilerini bağışlar mıydı, yoksa hesap mı sorardı?
72 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.