Kitaplarımı, kalemimi ve beyaz kağıtlarımı çok seviyorum. Kitaplar bana yol gösterdi. Kitaplardan öğrendim bir 20. yüzyıl aydınının yüreğini ve beynini ülkesinin, ulusunun ve insanlığın hizmetine sunması gerektiğini. Kitapların sayesinde, kaval sesi ile keman sesinin farkını, bir destanla modern romanın farkını öğrendim. Aynı şeyleri düşünen insanların, dünyanın neresinde olursa olsun aynı şeyleri yaşayıp hissettiklerini kitaplar sayesinde öğrendim. Kitaplardan, insanların hem bilgin, becerikli, cömert, kadirbilir, hem de namert, küçük, sahtekar, cahil, çirkin ve düşman olabileceklerini öğrendim. Ustalarım, dostlarım, çocuklarım…
Kişisel tercübeni unut. Başta hepimiz berbat durumda oluyoruz, özellikle de ciddi bir şekilde yazabilmek için korkunç bir şekilde incinmiş olman gerekir. Ama bu lanet olası acıyı yaşadığında, kullan; onunla hile yapma. Ona bir bilim insanı gibi sadık kal, ancak sırf senin ya da seninle ilgili birinin başına geldi diye herhangi bir şeyin herhangi bir öneme sahip olduğunu da düşünme.
- Siz bizim yeni komşumuz mu oluyorsunuz? dedi genç erkek, genç kıza.
- Biz burda oturuyoruz, dedi genç kız, genç erkeğe.
- Biz de burda oturuyoruz, dedi genç erkek, genç kıza.
Kız kısacık eteklerini kaldırıp sordu:
- Niçin kısa kesmiyoruz?
- Bana unuttuğun bir öykünü anlatsana?
- Hangi öykümü?
- Yaşadığın ve unuttuğun bir öykünü.
- Tüm öykülerimi mi demek istiyorsun?
- Aralarından birini.
- Çok güzel bir kızdı. Hem sağır, hem dilsiz.
- Erotik bir öykü...
- Üstünden kalktığımda artık ona gereksinmem kalmadığını söyledim.
- Umutlu bir öykü...
- Sonra onu yeniden kollarımın arasına aldım.
- Trajik bir öykü...
- Ve boğazını sıkmaya başladım.
- Sessiz bir öykü...
- Sesi çıkmıyordu.
- Gerçekçi bir öykü...
Çığlık atarak uyandım.
Yıkılmış köy. Öldürülmüş insanlar, atlar, köpekler.
- Bunlar Tanrı'dan korkmaz mı? diye bağırdım.
Bekledim.
Sesimin yankısı yok.
- Burası ne biçim bir yer Tanrım! diye ekledim.
- Tanrı'nın bu dağ başında işi ne? diye yanıtladı yanımdaki adını bilmediğim köylü. Biz burda işimizi kendi aramızda görüyoruz.
Sustuk.
Sonra uzaktan bir köpek havladı.
Üçüncü uzun metrajlı filmi Kaplumbağalar da Uçar'la kanımca Behmen Qobadi bir yönetmen olarak, sinema dilini olgunlaştırarak, kendi "elyazısı"na kavuştu.
"Belgesel" ile "kurmacanın" iç içe olduğu gerçekçi, şiirsel, insanın yüreğine dokunan dramatik sahnelerin yanında, mizahla beslenen bir anlatım tarzı.
Qobadi, önceki filmlerinde olduğu gibi, bu filminde de, otantik mekanlar, amatör oyuncularla çalıştı.
Film yine Kürt halkının yaşadığı acıları, dünyaya rapor ediyordu.
Kamera karşısına geçenler hapsesilmişliklerini, yoksulluğu, savaş travmalarını kısacası, kendi yaşamlarını oynuyordu. Bunun için de çok inandırıcı ve samimiydiler. Qobadi'nin kahramanları, bütün olumsuzluklara rağmen, mücadeleci, hayat doluydu. Elbette ki, yönetmenin kendisi de çok iyi tanıdığı bir dünyayı anlatıyordu. Filmin her kahramanı onun da yaşamından izler taşıyordu.
Önceki filmlerinin aksine, "Kaplumbağalar da Uçar"da, Qobadi kamerasının yönünü Doğu Kürdistan'dan Güney'e çevirdi.
bu dünyada birini sevdik o da öldü diye karşılandığım bir yasta/ göğe bakıyorum/ ben de aferin diyorum tanrıya/ çünkü şöyle savaşlara inadım/ sonuncu dünya savaşında kaç asker intihar etti/ kaç kez yutkundu dünya/ olsam mutlaka yanlış yerde nöbet bekleyen bir asker olacaktım/ kırk gün kırk gece aynı dalgınlıkla/
bu yüzden bu mektup sabaha karşı yalnız olan bütün eşyalara