Az konuşuyordu gerçekten, ama sessizliği fark edilmiyordu çoğu zaman. Bir tür ketumluk, kimi zaman biraz küçümseme, kimi zaman da büyük bir kendi içine ya da bizim dışımıza kapanma gibi bir şeydi bu benim inancıma göre.
Kapının tam karşındaki duvarda, Atatürk’ün, neredeyse bütün duvarı kaplayan, kahve içerken bir resmi var ya, o resimde kendimce bir huzur, sakinlik bulurdum: Ata’nın huzurunda çay, kahve içiyoruz.
İnsan inanmak istemediği şeye bir başkasının inandığını görmeye tahammül edemiyor! Bu, evrenin ve insanın yaratılışından beri böyle! Herkes, kendi inandığı şeye inanılsın istiyor! Savaşlar bunun için var! Sevgi sırf bu anlamsız kuruntu yüzünden kırıntıya dönüştü! Kafesler, parmaklıklar, görüş günleri, meydan muharebeleri, ayrımcılık, ültimatomlar, zorbalık ve dikta bunun için! Çok insan sırf bu yüzden ölüyor! Bir başkasının inancına ortak olmadığı için! Sanat bu anlamsız hırsa malzeme edildi! Barış, bu egoizmin ayaklarının altında çoktan ezildi! Saygı, ifade ve inanç özgürlüğü bu bencilliğin elinde birer oyuncak oldu! Adalete olan ihtiyaç en çok bu kaynaktan doğdu!
Adalet, gerçeğin yaktığı canlar yüzünden tam olarak gerçekleşmiyor. Çünkü onun peşinden koşmuyoruz. Çünkü biz yalanı seviyoruz. Yalanın, uyuşturucu bir etkisi var. Oyalayıcı, uyutucu; onaylanmak arzusunun sırtını sıvazlayıcı bir etkisi var. Ne vakit o arzumuzun sırtı sıvazlansa sırıtırız biz. Uykuyu çok severiz. Zor olan uyanış! Zor olan gerçeği görmek!
İnsanlar da böyle. Hayatına birini alır, olduğu gibi ve tüm gerçekliğiyle kabul etmek yerine onu yavaş yavaş değiştirir. Bunu öyle usulca yapar ki, çoğu zaman değiştirilmek istenen kişi kendine yapılanı fark etmez bile. Önce soyarız karşımızdakini. Benliğinden soyarız. Birer elbise gibi çıkarırız ruhunun üzerinden onu o yapan ama bize uymadığı için sevemediğimiz özelliklerini. Alışkanlıklarını değiştirir ya da ona yeni alışkanlıklar dayatırız. Bize ait olanları, ona, ruhuna, hayatına sindirmeye çalışırız.