Hayatta kimseyi değiştiremezsin ve kimse için değişmemelisin. Ne sen başkası için mecburi istikametsin; ne de başkası senin için. Yorma kendini; bırak hayatına eşlik etmek isteyenler seninle gelsin.
Charles Bukowski
Büyük Asya toplumlarında doğan dinlerin hepsi insan denen memeli hayvanı özünden kötü, günahkar, kötü yürekli olarak betimlemişlerdir: dinden yola çıkan bütün düşünbilimciler (felsefeciler) insanlık tarihi boyunca, gözlerini tek bir ereğe dikmişlerdir: hepsi sisin içine girmeye, Kötülük'ün kökenini ortaya çıkarmaya ve insanın içindeki İblis'e bir çare bulmaya uğraşmıştır. Bütün düşünbilimsel çaba ve düşünceler öteden beri özellikle iblis bilmecesini aydınlatmaya ve çözmeye yönelmiştir.
Tanrı'nın arzusuna uygun olarak cennette mutlu yaşayan insanoğlu, belli bir ağacın meyvesinden yediğinde Tanrı'ya benzeyecekse, gözleri açılacaksa, "iyiyi kötüyü ayırdedecekse", nasıl olmuş da böylesine şeytansı bir agaç Tanrı'nın bahçesinde baş köşeye kurulmuştur?
Sizi Tanrı'ya benzer kılacak bir ağacın meyvesinden, bilgi yemişinden yiyince neden cenneti yitiriyorsunuz? Bildiğim kadarıyla, Kutsal Kitap bunu söylemiyor. Ayrıca, şimdiye dek kimsenin bu soruyu sorup sormadığı da merak edilebilir. Söylencenin pek bir anlamı yok: sözkonusu ağaç iyiyle kötüyü birbirinden ayırdetmeye yarayan bilgi yemişini taşıyan ağaçsa, meyvesini yemenin ne kötülüğü olabilir?
Meyvesinden yiyince, Tanrıları kötü yolda değil, olsa olsa iyi yolda izlersiniz. Görüldüğü gibi, yine bir anlamı yok söylenenlerin. Yoksa, cennete bile, Tanrı'yı daha iyi tanımak ve ona benzemek, başka bir deyişle Tanrı'nın yolunda yaşamak yasak mı?
Hıristiyan dünyasında ve Hıristiyanlığın dolaylı ya da dolaysız etkilediği ekinlerde "günahkar insan"la "Tanrı"sı arasındaki çelişki çok belirgindir. Buralarda insan "Tanrı'ya benzemeye" çağrılır. "Tanrıya benzer" yaratılmışur. Ama "günahkar"dır. Peki, Tanrı'ya benzer yaratıldığına göre, günah nasıl sızabilmiştir bu dünyaya? İnsanoğlu, davranışlarında hem "Tanrı"ya benzerdir, hem de "günahkar". Başlangıçta, insanoğlu "Tanrı'ya benziyordu", günah sonradan ortaya çıktı. Tanrı ülküsüyle günahlı gerçeklik arasındaki çatşkı, kutsalı, tanrısalı şeytansıya çeviren bir yıkımın sonucudur. Bu dediğimiz hem toplumsal tarih için geçerlidir, hem de, makinacı-gizemci uygarlık insanın "tanrısal" yüklemlerini bastırmaya başlayalı beri, her çocuğun evrimi için.
İnsanoğlunun kökeni cennettedir, ve içinde hep cennet özlemi vardır.
Bir bakıma, evrende boygöstermiştir ve hep cennete dönmeyi özlemektedir. Bunlar, insanın coşkusal anlatımlarını çözmeyi bilen herkes için tartışılmaz gerçekliklerdir. İnsanoğlu özünde iyidir, ama alabildiğine kabadır da. İyilikten kötülüğe, kabalığa geçişi her çocukta gözleriz. Demek ki Tanrı insanın İÇİNDE'dir, onu daha başka yerlerde, tek başına egemenlik sürdürürken aramak boşunadır. Cennet, içimizdeki doğru yol ve iyiliktedir, yoksa insan denen memeli hayvanın yitik cennetin yerine koyduğu, melek ve iblislerle dolu o gizemli "öbür dünya"da değil.
İnsan soyu, sürüp giden dertlerinin derinliğini ve gerçek devindirici gücünü sağlıklı bir akılsallığa dayanarak ve haklı olarak öğrenmeye yanaşmamıştır.
Zindanın dışında, dört bir yanında, gözün görebildiği, kulağın duyabildiği her şeyde yaşayan Dirim vardır. Zindanın içindekiler için bu, Tantalus'un karşılaştığına benzer bir kışkırtma, ıstırap kaynağıdır. Dirim'in orada olduğunu görür, duyar, kokusunu alır, durmadan arzularsınız, ama zindanın kapısından çıkamazsınız bir türlü. Zindanın kapısından çıkıp gitmek olanaksızlaşmıştır. Düşte, şiirlerde, büyük beste ve resimlerde olasıdır, ama artık siz bunu yapamazsınız. Çıkış kapısının anahtarları sizin kişilik yapınızla ruh ve bedeninizin makinamsı katılığı içine sıkışıp kalmıştır.
En büyük ağlatı budur. Ve İsa bunun bilincine varmıştır.
Uzun süre karanlık bir bodrumda yaşarsanız ışıktan nefret edersiniz. Gözlerinizin ışığa dayanma gücünü yitirmesi de olasıdır. İşte bu yüzden insan güneş ışığından nefret eder sonunda.
Kanser salgını göründüğü kadar büyük bir sorun değildir. Sorun, büyük bir ustalıkla bu salgına yan çizmeyi beceren kanser uzmanlarının kişilik yapısındadır.
TUZAÔA DÜŞMÜŞ HERKES ÇIKIŞ KAPISINI AÇIK SEÇİK GÖRMEKTEDiR. ÇIKIŞ KAPISININ NEREDE OLDUĞUNU HERKES BİLMEKTEDiR. BUNUNLA BİRLİKTE KiMSE KAPIYA YÖNELMEMEKTEDİR. DAHASI VAR: PARMAĞIYLA KAPIYI GÖSTEREN CEHENNEMDE YAKILACAK KADAR GÜNAHKAR. KAÇIK VE SUÇLU SAYILMAKTADIR.
Hiçbir toplum sözleşmesi insanın yüreğini saran kaygıyı ortadan kaldıramayacaktır. Toplumsal sözleşme en iyi varsayımla dirimi ayakta tutabilmek için başvurulacak geçici bir önlem olacaktır. Nitekim bu güne dek yaşamanın verdiği acıları dindirememiştir.
Bu büyük gizemin temel öğeleri şunlardır:
-İnsanlar doğduklarında eşittirler:büyüdükçe bu
Felsefe tarihi bir budalalıklar tarihidir. Sadece hiçbir şey bilmediğini bilen Sokrates budaladır. Her şeyden şüphe eden Descartes da. Cogito ergo sum budalalıktır. Düşüncenin iç kasılması başka bir başlangıcı mümkün kılar. Descartes, düşünmeyi düşünerek düşünmektedir. Düşünme kendi ile bağlantı kurarak bakir durumuna geri döner. Deleuze, Kartezyen budalanın karşısına başka bir budala çıkarır: "Eski budala kendinden çıkarak varacağı apaçıklıklar peşindeydi, bu esnada da her şeyden şüphe ediyordu ...
Yeni budalaysa hiçbir apaçıklık istemiyor ..., absürd olanı istiyor - bu tamamen yeni bir düşünme anlayışı. Eski budala hakikati, yeni budalaysa absürd olanı düşünmenin en yetkin konumuna geçirmek istiyor."
Disiplin iktidarı, norma sokma, normalleştirme iktidarıdır. Özneyi normlardan, emirlerden, yasaklardan oluşan bir kural örgüsüne tabi kılarak her türden sapma ve anormalliği bertaraf eder.Disiplin iktidarının temelinde terbiye etmenin olumsuzluğu vardır. Bu anlamda da kaymağını alıp gerisini atma şeklinde çalışan egemen iktidarının olumsuzluğuna komşudur. Gerek egemen iktidarının gerekse disiplin iktidarının uyguladığı şey, yabancı bir gücün sömürüsüdür. İkisi de itaatkar özneyi yaratır.