“Hayat böyle bir şey işte değil mi? Onu alt edeceğini zannedersin, ondan daha akıllı olduğunu düşünürsün ama her defasında seni aptal konumuna düşürür.”
Bir insan pek çok şeyle, değişimle doludur, demek istedi. Bir insan, iyi ya da kötü, muhteşemdir. Hiçbir şey olan ve asla değişmeyecek olan bu şeyin, içinde kımıldayıp değişen her şeyin sonu olabilmesi imkansızdı. İyi, kötü, muhteşem.
Çünkü dünya değişmiyordu, bu şiddet her zaman vardı ve asla sonlanmayacaktı, insanlar diğer insanların botlarının, yumruklarının, dehşetinin altında ölecekti. İnsanlık tarihi şiddetten ibaretti.
Bireyselliğin en büyük düşmanının konformizm olduğu dünyamızda (“ kalıba” uymanın norm kabul edildiği ve “ beğenilmenin” sözümona kurtuluşa kesilen bilet olarak görüldüğü toplumumuzda ) öne çıkarılması gereken şey, herkesin bildiği ve belli bir yere kadar birbirimiz tarafımızdan yaratıldığımızı ifade eden gerçeğin yanı sıra kendi kendimizi deneyimleme ve yaratma becerimizle de bu sürece katkıda bulunduğumuzdur.
Zira trajik bakış insanın özgürlüğünü ve kendi kendini fark etme ihtiyacını ciddiye almamız gerektiğini belirtir; “ insanın insanlığını gerçekleştirmeye dair sahip olduğu yok edilemez iradeye“ olan inancımızın bir ispatıdır.
Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.
Bir zaman bana şöyle demişti:
“Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan, avare et ve korkma! Tanrı, baş şeytandan çok, yarım şeytandan iğrenir!”