Bu blog; okuduğum kitapları, o kitaplar hakkındaki düşüncelerimi ve altını çizdiğim cümleleri not aldığım; gelecekteki ben için hazırlanan bir arşivdir.
Herkes sanata karşı. Önce şiirden anlamı kaldırdılar, sonra müzikte melodiyi öldürdüler. Ya resim? Çizgi çimesini bilmeyenler hemen meşhur oluyorlar. Sanatı öldürdüler!
Neredeyse 25 asır yıl önce yazılmış bu oyunu okurken zihnimin gerisinde hep milattan önce bir insanın oturup bunu yazdığı, ve yıllar boyunca da bir sürü insanın aynı replikleri okuduğu düşüncesi dönüp durdu. Aradan geçen yüz yıllar sanki yok olmuş gibi hissetmekten kendimi alıkoyamadım. Sanırım kitap okumanın en güzel yanı bu.
Oyunu ilk olarak Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın adlı kitabında ve Sigmund Freud’un ‘Oidipus Kompleksi’ nde duydum. İkisine de ilham olan evlatların karşı cins ebeveynlerine olan bakış açısını okuyunca çok şaşırdım ve hemen bu oyunu orijinalinden okumalıyım dedim.
Kral Oidipus, Yunan tragedyasının en önemli oyunlarından biri sayılıyor ve bence de öyle. Şairane yazımının yanında oldukça sürükleyiciydi. Kafa karıştırmayan, konudan sapmayan, az karakterli bir oyundu. Ve sanırım günümüze kadar önemini kaybetmemesinin en büyük nedeni, zamansızlığı.
Konuşmaları okurken resmen günümüzden bir piyes izliyormuşum gibi hissettim.
Konu biraz farklı olsa da kadercilik ve kadere bakış açısı, hala düşüncelerimizi işgal eden konular.
Okuduğum için çok mutlu olduğum ve uzun süre de unutamayacağıma emin olduğum bir oyundu, tavsiye ederim.
Kral OidipusSophokles · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20198,7bin okunma
Kitapla ilgili spoiler içeren bir incelemedir!
Konusundan önce yazım dili ve akıcılıktan bahsedecek olursak ne kadar beğendiğimi anlatamam. Orhan Pamuk’un kalemi, durgun konularda bile çok hoş bir akıcılık sağlıyor. Hikayede olay olmasa bile bir diğer bölüme geçmekten kendini alamıyor insan. Kırmızı Saçlı Kadında da durum böyleydi benim için. Yerin 25 metre altından su çıkarmak için neler yapılması gerektiğini bile keyifle okudum.
Konusu bakımından da güzel bir kitaptı. Kırmızı Saçlı Kadın, efsanelerin gerçek hayatta da yaşanabileceği için adının efsane olduğunu söylemişti. Bu hikayede de bunu görüyoruz. Eski efsanelerin hem birbirleriyle hem de günümüzle ne kadar bağdaştığını okumak çok keyifliydi. Cem Beyin sürekli aklında dönüp duran, sadece ilgilendiğini düşündüğü ama aslında içten içe çok korktuğu olayların başına gelmesi güzel bir tamamlayıcıydı bence.
Baba, oğul ve anne ilişkisini daha önce hiç düşünmediğim açılardan gösterdi bu kitap. Kral Oidipus ve Rüstem-Sührab efsanelerini kullanarak farklı bir bakış açısı getirmiş Orhan Pamuk.
En iyi kitabı diyemem ama bir Orhan Pamuk klasiği olarak okunan zamana değer bir kitap olduğundan eminim.
İnsanın kaçtığı, korktuğu şey hep yanı başında bitiveriyor. Korkularımız, acılarımız, dertlerimiz biz onları bastırdıkça büyüyor. Sonra birgün bir volkan gibi patlayıp hayatımızın seyrini değiştirebiliyor. Bu eser insanın korkularının hayatını nasıl sarmaladığını, korkular yüzünden hayatın nasıl yaşanmaz hale geldiğini çok güzel anlatmış. Eserin içindeki bazı efsanelerle birlikte işlenişi ve efsanelerin gerçek hayatta karşımıza çıkışı gerçekten çok etkileyici. Yer yer duygulanıp, bazen sinir olup bazen de şaşırıp kalıyorsunuz bu kitapta. Diline gelecek olursak, çok akıcı ve anlaşılır bir dili var kitabın. Okuyacaklara şimdiden keyifli okumalar dilerim
Kitabı okumadan önce aslında hepimiz birer Piyotr İvanoviç’iz. Ölümün var olduğunun farkında, ama bize asla uğramayacağını düşünecek kadar burnu havadayız. Dertlerimiz; işlerimizden, okullarımızdan, alacağımız notlardan veya çıkar ilişkileri üzerine kurulu, iki yüzlü ilişkilerden ibaret. Ama bu dertlerimizin ne kadar sanal ve boş olduğunu öleceğimiz ana kadar asla anlayamayacağız. Tıpkı İvan İlyiç gibi.
İvan İlyiç Golovin hayatını, toplumun uygun bulacağı ve öveceği bir şekilde harcar. Çok başarılı bir işi, dışardan güzel sayılabilen bir evliliği ve hiç de az olmayan bir maaşı vardır. Hayatı boyunca kendine takılınacak dertler bulur. Daha çok maaş, daha güzel mobilyalar, yeri değiştirilmesi gereken perdeler, çıkan kornişler… Hayatı küçük iniş çıkışlar haricinde kendince çok güzel sürer gider, hastalanana kadar.
Amansız bir hastalığa yakalanan İvan İlyiç, ölümü, ölümün amacını, bunun neden onun başına geldiğini ve hayatını sorgular. Hayatını doğru harcayıp harcamadığını. Ve kitabı okurken siz de aynı şeyi yapmaya başlarsınız.
Gerçekten yaşamak istediğimiz hayat bu mu?
Basit, saçma ve bizi rahatsız eden ilişkilere katlanmaya değer mi?
Gerçekten okuldan alacağım not o kadar da önemli?
Gerçekten istediğim mesleği mi yapıyorum?
Ya hayatımı yanlış yaşıyorsam?
Tolstoy, İvan İlyiç’in hayatını ve ölümünü anlatırken bize, ölüm döşeğine gelmeden önce düşünmemiz gereken soruları sordurtur. Bu acıklı ve herkesin başına gelebilecek hikayeyi bir ders niyetine sunar bana göre.
Kısa ve öz bir hikaye, herkesin okumasını tavsiye ederim.
Bir eleştirmen, Oğuz Atay’ın kalemi için ‘zihine mikrofon koymak’ demişti.
O günden beri Oğuz Atay kitaplarının yazımını daha iyi anlatan bir cümle bulamadım kendi nazarımda.
Tıpkı Tutunamayanlar’da olduğu gibi üst kurgu ve bilinç akışı teknikleri kullanmış Oğuzcum Atay. Ve bu tekniklerin ustalıkla yazılması sayesinde kendimi Hikmet Benol’un zihnindeki oyunculardan biriymişim de köşede, artık rengi solmuş eski bir berjerin üzerinde oturup; Hikmet’in, Albay Hüsamettin Tambay’ın, Dul kadın Nurhayat Hanım’ın, sevgisiz Sevgi’nin, bilgesiz Bilge’nin tehlikeli oyunlarını izliyormuşum gibi hissettim.
Kitaptaki çoğu satır yorgun ama heyecanlı bir zihnin düşüncelerinin aynen yazımı gibiydi. Her bölümün sonunda okuduğum satırlardan cümleler aklımda kalmıyor; hepsi, tıpkı düşüncelerde olduğu gibi, zihnimden silinip gidiyordu. Ama silinmeyen ve kitap bitse de orada olan şey hislerdi. Ve çok uzun bir süre daha orada olacaklarına eminim.
Bazen Hikmet’i okuyormuşum gibi değil, yaşıyormuşum gibi geldi.
İşte, bana göre, Oğuz Atay tam da bu yüzden muhteşem bir yazardı.
Sevgili Bilge;
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.