Yattığım kanepeden tavanı seyrederken benim de gözlerim aslında kendi derinliklerimde, tedavi edemediğim acılarımdaydı. İçimde elini uzatıp dışarı, güneşe çıkmak için çabalayan sessiz bir çığlık vardı.
Dediler ki: Melek. Kötülük yeteneği yok. Onların içinde, uyanabilir bir kötülük bile yok. İçlerinde ne vesvesenin amansız sesi ne şüphenin gizli ateşi gezinebilir. Başkaldırmazlar. İsyan nedir bilmezler. Emre karşı gelmezler. Yaklaşmazlar günaha, bulaşmazlar.
Oysa Adem, ey güzel yolcu, sen öyle misin?
Bir yanın karanlık senin bir yanın ışık.
Bir yanın melek kanadı bir yanın şeytan ıslığı. Bir yanın çamur beden, bir yanın kutsal ruh.
Bir yanın iyiliğe açık bir yanın iyiliğe kapalı.
Tek başına ne duru iyilik ne de saf kötülük sensin. Ne baştan ayağa cennetsin ne de tümüyle cehennemsin. Aynı ânda birbirine zıt iki şeysin.
'Oysa Adem, ey güzel yolcu, sen öyle misin? Hatırla yaratıldığını. Bu toprak bedene neler katılıp karıldığını, suyuna mizacına neler karıştırıldığını. Hani ruhun, hamurunun yoğrulmasına tanık tutulmuştu.'
Kendi 'ayakları üzerinde durma mücadelesi veren çocuğun hali, bir gemide deniz yolculuğuna çıkmış şu yolcunun haline benziyor: Bir adam, uzun bir yola çıkmak üzere gemiye biner. Kimseye muhtaç olmadan ve kendi ayakları üzerinde durarak yolculuğunu sürdüreceğine inanır. Kimseye güven duymamaktadır ve sırtındaki yükü de bu yüzden yere koymamaktadır. Kendisinin bu garip tutumuna şahit olan diğer yolcular, "kendine yazık ediyorsun, yolculuğumuz çok uzun, sırtındaki yükü indir ve dinlenmek üzere otur" dediklerinde, onun cevabı "hayır ben eşyamın kaybolmasını istemiyorum. Kendi ayaklarım üzerinde durabilecek ve kendimi idare edebilecek gücüm de var" diye cevap verse ne kadar akıllıca bir cevap olmuş olur?
İşte insan da tıpkı bu yolcu gibi uzun deniz yolculuğuna çıkmıştır. Geminin kaptanına güvenmelidir. Sırtındaki yükü güven içinde yere indirmeli, aynı gemide yolculuk yapan diğer yolcularla tanışmalı ve dayanışmalıdır. Yoksa bu yolculuğun belli bir noktasında, taşımaya çalıştığı yükün ağır baskısı altında kalarak yere yığılabilir.
Zaten hep böyle olurdu. Tehlikenin, sıkıntının zirve yaptığı anlarda içimi garip bir umursamazlık sarardı. Bu umursamazlık, boş vermişlik benim için adeta bir can simidi gibiydi.