Kutuplaştırıcı, kin ve öfke kusan profilleri takip eden dostlar takip edilmemektedir!
Profil rahatsızlık verici veya inançlarınıza aykırı paylaşımlar içerir!
Keyifli okumalar!
Ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. Bilmeden bazı hatalar yapmışımdır tabii. Bilsem... (...) Bilsem anlamı öldürür yine de cümleyi kurtarırdım. Oysa şimdiki halime bak. Kelimeler kifayetsiz kalıyor, dilbilgisi sırnaşık! Saçmasapan cümleler kuruyorum ve duyduğum mutluluk bana kaygı ile karışık bir utanç veriyor!
Sevginin asla sevenden daha iyi bir yanı yoktur. Kötü insanlar kötü bir biçimde, sert insanlar sert bir biçimde, güçsüzler güçsüz, aptallar aptalca severler, ama başıboş bir adamın sevgisi asla güvenli değildir. Sevilenin bir kazancı yoktur. Yalnızca seven alır sevgiden payını. Sevilen ise yolunmuş kaza döner, etkisizleşir, sevenin bakışlarında donup kalır.
Her şeye ve herkese karşı olan belleğimiz bütün sözleri bizim bozmamız gereken bir şifre olarak, bütün el kol hareketlerini özenli bir çözümleme gerektiren şeyler olarak değerlendirdiği için kendimizi savunma durumundaydık, dikbaşlı, hesaplı kitaplı ve saldırgan olmuştuk. Kimsenin bize ilgi gösterdiği falan yoktu, o yüzden kendimize çok ilgi gösteriyorduk.
Bizim kederimiz, kimse onu paylaşır görünmediğinden, başkalarınınkinden daha yoğundu bence. Bu öykü ötekileri tiksindiriyor, eğlendiriyor, şaşkınlık, öfke ve üstelik heyecana boğuyordu.
Bir otel odasından ayrıldıktan sonra kim sevgi ya da nefretle arkasına bakar? Ancak o odada yaşanmış ne varsa onu sevebilir ya da ona burun kıvırabilirsiniz. Ama odanın kendisi? Yine de bir anmalık alırsınız. Ha, yok, odayı anımsamak için değil. Aslında işinizin, serüveninizin geçtiği yer ve zamanı anımsamak için. Bir otel odası için bir insan ne duyabilir? Bir insanın bir otel odası için birşeyler duyması, o otel odasının, o odada kalan kişiye karşı birşeyler duyması kadar olanaksızdır.
İşte, yücelerin yücesi Tanrım, o kadın beni böylesine bırakıp gitti; ya da hiçbir zaman yanımda olmadığından, benden hiç ayrılmadı.
Kendi ırkımızın kimliğini korurken, en hoşa giden, en az zorluk çıkaran özelliklerimizi alıkoyduk. Sonuçta soylu değil, ama züppe, aristokrat değil, ama sınıf bilinci olan insanlar olduk; yetkenin kendimizden aşağıdakilere acımasız davranmak olduğuna, eğitimin de okula gitmek demek olduğuna inandık. Sert davranışları sevgi, tembelliği boş zaman olarak algılamıştık, kayıtsızlığın da özgürlük olduğunu düşünüyorduk. Çocuklarımızı büyüttük, ekinlerimizi yetiştirdik; bebeklerimize baktık, mal varlığımızı arttırdık. Erkekliğimize kazanılmış olan bir mal gözüyle bakılıyor, kadınlığımız da uysallık olarak tanımlanıyordu.
Üstün birer insan olarak doğmuş olmanın verdiği güvenle okulda başarılı oluyorlardı. Hiç kuşkusuz, De Gobineau'nun 'tüm uygarlıklar beyaz ırktan doğar, beyaz ırkın katkısı olmadan hiçbiri var olamaz, bir toplum kendini yaratan soyluların kanını koruduğu sürece yüce ve parlaktır,' varsayımını kanıtlama umuduyla çalışkan, düzenli ve
enerjiktiler. Bu yüzden, umut veren öğrencilerin yurtdışında okumalarını salık veren öğretmenler onları pek göz ardı etmezdi. Tıp, hukuk, Tanrıbilim eğitimi görürler, yerel halka açık olan önemsiz devlet dairelerinde birbiri ardı sıra boy gösterirlerdi. Çapkın ve uçkuruna gevşek insanlar olarak, kamu ve özel işyerlerindeki yozlaşmış davranışları, soylu oluşlarıyla kazandıkları bir hak olarak düşünülür ve daha az yetenekli halkın çoğu onların bu tutumlarından büyük ölçüde zevk alırdı.
İnsan ilişkilerine karşı duymuş olduğu tiksinti, yine insanların elin- den geçen nesnelere karşı duymuş olduğu özleme dönüşmüş gibiydi. Tek katlanabildiği şey cansız nesnelerin üzerine sinmiş olan, insan ruhunun kalıntılarıydı.
Aynı kadınla sonsuza dek yatma zorunda kalmak ona göre tuhaf ve doğal olmayan bir düşünceydi; bayatlamış davranışlara, alışılmış oyunlara ateşli ilgisini sürdürmesini beklemek; kadınların kendilerini beğenmiş olmalarına şaşıyordu.
Koltuk altları ile kalçalarının kokusu hoş bir misk otu kokusu gibi birbirine karışırdı; kaçamak bakışları, gevşek dudakları, ince kara boyunlarının üzerinde başlarının çıtkırıldım dönüşleriyle tıpkı dişi geyiklere benzerlerdi. Gülüşleri sesten çok, dokunma etkisi yaratırdı.
Büyümüşlerdi daha sonra. Yaşam sürecine arka kapıdan usul usul giriyorlar, ortama uyum sağlıyorlardı. Dünyada herkes onlara buyruk verme durumundaydı.
Acaba Tanrı da böyle bir şey mi, diye aklından geçirdi. Hayır. Tanrı, uzun kır saçlı, gür beyaz sakallı, insanlar öldüğünde üzgün, kötülük yaptıklarında ise öfkeli görünen, küçük mavi gözlü, iyi, yaşlı, beyaz bir adamdı.
Sinemanın karanlığında anıları canlandı, kendini daha önceleri gördüğü düşlere kaptırdı. Romantik aşk düşüncesiyle birlikte, bir başkası daha işe karışmıştı fiziksel güzellik. Düşünce tarihinin belki de en yıkıcı düşüncelerinden biriydi bu. Her iki düşünce de kıskançlıktan kaynaklanıyor, bir güvensizlik ortamında gelişiyor ve düş kırıklığıyla son buluyordu. Fiziksel güzelliği erdem ile özdeşleştireceğim derken düşünce sınırlarını zorluyor, yeni sınırlar koyuyor, kendinden nefret etme duygusunu körüklüyordu. Şehveti, basitçe ilgi duymayı unutmuştu. Aşkı, sahiplenici çiftleşme, romantizmi de ruhun amacı olarak görüyordu. Onun için aşk, âşığı kandıracak, sevgiliyi hapsedecek, onun özgürlüğünü her bakımdan kısıtlayacak en yıkıcı duygularını besleyen bir kaynak olacaktı.