Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman orduları Haymana, Mihalıççık
ve Sivrihisar bölgelerini, bize, yer yer ateş yığınlarıyla örtülü ıssız ve engin
bir virane halinde bıraktı. O âfetlerden arta kalmış halkın, bu taş yığınları
arasında, ilk insanlardan farkı yoktur.
Bunlar, yarı çıplak bir halde dolaşıyor; alevin kararttığı harman yerlerinde
toprağa, çamura karışmış yanık buğday ve mısır tanelerini iki taş arasında
ezerek öğütmeye çalışıyor; adı bilinmez otlardan, ağaç köklerinden
kendilerine bir nevi yiyecek çıkarıyor ve bir yabancının ayak sesini duyunca
her biri bir yana kaçıp bir kovuğa saklanıyordu.
İşte, Garp Cephesi Kumandanlığı’nın gönderdiği “Tetkiki Mezalim Heyeti”
o viranelerde, taşlar altında kömürleşmiş insan kemiklerini araştırırken,
bu kitabı teşkil eden yazıları, arasından yırtılmış ve kenarları yanmış bir defter
halinde buldu. Köylülerden bunun sahibinin ne olduğunu sordu.
Kimse, onun nereye gittiğini bilmiyordu. Bununla beraber, onun, iki üç yıl
hep bu köyde oturduğunu ve son felaket gününe kadar
burada kaldığını söyleyen de kendileri idi.
“Tetkiki Mezalim Heyeti” âzasından biri bu kayıtsızlığa şaştı:
– Nasıl olur! dedi, nasıl olur.
İnsan yıllarca beraber yaşadığı bir kimsenin
nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?
Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.
Yalnız, içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir adam, döndü:
– Dee, sizin gibi yabanın biriydi, dedi.