O savaşın en kötü yanı arkadaşlarımın ölümünü seyretmek değil, yaşamalarını seyretmekti. Birtakım öyküler duymuştum insan bedeni ve insan kasası hakkında, uyum sağlayabileceği koşullar, dayanabilmek, yaşamı sürdürebilmek için seçebileceği yollar konusunda. Güneşte cayır cayır yanıp deri değiştiren, sazla pişmiş yulaf lapası kadar kalın ve kara yeni bir deri edinen insanlar hakkında öyküler duymuştum. Vahşi hayvanlara yem olmamak için uykusuz yaşamayı öğrenenler de varmış. Beden her ne pahasına olursa olsun yaşama asılıyor. Gerekirse kendi kendini yiyor. Besinsiz kalınca yamyamlaşıyor, kendi yağını, sonra kaslarını sonra kemiklerini kemiriyor. Açlıktan ve soğuktan delirmiş askerlerin kendi kollarını kesip pişirdiklerini gördüm. Oranı buranı kesmeyi ne kadar sürdürebilirsin? Her iki kol. Her iki bacak. Kulaklar. Göğüsten kesitler. Kendinizi kese kese bitirip geriye bir tek yağmalanmış sarayında ataduran kalbi bırakabilirsiniz.
Hayır. İşe kalple başlamalı. O zaman soğuğu da fazla hissetmezsiniz. Acıyı da fazla hissetmezsiniz. Kalbi yok ettikten sonra elinize sahip olmanız için bir sebep kalmaz. Gözleriniz ölümü görür ama titremez. Bizi eleveren kalbimizdir hep, bizi ağlatan, yolumuza devam edeceğimize ölülerimizi gömmekle vakit kaybetmemize yol açan. Geceleri rahatimizı kaçıran, kendi kendimizden nefret ettiren kalbimizdir hep. Bize eski şarkılar söyleten, eski sıcak günlerin anılarını canlandıran, yangını yeni sönmüş her köyde sarsılmamıza yol açan kalbimizdir hep.