"Sandalı suya indirebilir miyiz?" diye sordum hevesle.
"Tabii ki. Ama hepimiz birden binemeyiz, batar yoksa."
Hayatımda hiç sandala binmemiştim. Henry ve Camilla da benimle birlikte geldi; Henry gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvayıp koyu renkli ceketini hemen yanına yerleştirdikten sonra küreklerin başına geçti. Daha sonra keşfedeceğim tuhaf bir huyu vardı, kendini ortamdan soyutlayarak ondan başka kimsenin ilgisini çekmeyen monologlarına kaptırıp gidebiliyordu. Bu monologlar o sıralar neyle ilgileniyorsa onunla ilgili olurdu: Catuvellauni kabilesi, Bizans'ın son dönem tabloları ya da Solomon Adaları'nda kafatası avcılığı. O gün Elizabeth ve Leicester hakkında konuşuyordu, hatırlıyorum: öldürülen es, kraliyet mavnası, beyaz atının üzerinde Tilbury Hisarı'ndaki askerî birligine seslenen kraliçe ve atın dizginlerini tutan Leicester ve Essex Kontu... Küreklerin sesi ve yusufçukların insanı hipnotize eden vızıltısı Henry'nin o akademik, monoton sesine karışıyordu. Yüzü kızaran ve uykusu gelen Camilla elini suyun içinde gezdiriyordu. Huş ağaçlarının sarı yaprakları rüzgârla birlikte esip suyun yüzüne kadar eğiliyordu. Yıllar sonra, çok uzaklarda bir yerdeyken, T. S. Eliot'ın Çorak Ülkesinde şu mısralara rastlayacaktım:
Elizabeth ile Leicester
Çekilen kürekler ve
Sandalın kıçı sanki
Kırmızı ve altın
Yaldızlı bir kabuk
İki kıyıya da vuran
Sert lodos
Beyaz kulelerde
Suları kabartan
Akıntıyı taşıyor
Çalınan çanlara
Weialala leia
Wallala leialala