Adı Marçiano'ydu. Ispanyoldu, Ispanyolcayı da biliyordu ve Amerikan subayıydı, beyaz üniforma giyiyordu, bahriyeli, beyaz kostüm, beyaz ayakkabı ve beyaz şapka. Esmer, çok esmerdi, nasıl diyeyim, çikolata rengi ve çok güzel gülüyordu bembeyaz dişleriyle. Olması gerektiği gibiydi. Fazla laf yok, az laf ederdi. Beni oradan Amerika'ya götürmek istiyordu, benimle evlenmek için. Annesine mektuplar yazdı, fotoğraflar gönderdi, çok şey yaptı. Beni istiyorlardı. Getir onu dediler, güzel kadın olacak, iyi anne olacak. Uzun lafın kısası, böyle sekiz ay geçti ve sonra o şey oldu, o göçmenler dedikleri şey (mübadele] oldu, sultanlar devrildi, sarayları kapattılar, şalvarları çıkarıp onları kostüm yaptılar, donları Avrupa stili fistan yaptılar, başa Atatürk geldi; Türkler korktu, daha çok Ermeniler korktu, ama onlardan da çok Yunanlılar korktu, Rumlar. Eşyalarını, çocuklarını saklamaya başladılar. Herkes gitmek istiyor, hepsi gitti. Dünya bir gidip bir geldi Türkiye'de, her şey altüst oldu, insanlar kimden sakınsın bilemedi. Sonra öbür şey de oldu, insanları Anadolunun içine, kayaların arasına götürdüler, onları susuz bıraktılar yemeksiz koydular, amele taburlarına yazdılar ve yavaş yavaş onları mahvettiler.