"Yalnızlık sözcüğünü anmadan okura yalnızlığını duyurmuştu.Okuyan,düşünen,soru soran tüm kadınlar bu ülkede yalnızdı. Bu nedenle sürekli benzerlerini aramıştı."
Ailede hiçbirimizin sinirleri sağlam sayılmaz. Hani Marquez'in "yüzyıllık yalnızlığa hüküm giymiş" diye nitelediği ailelerden bizimki. Olağan duygulara yer yok. Hep büyük suçlamalar, büyük aldanmalar, büyük bağışlamalar sözkonusu.
Derken evden ayrılma, yolculuğa çıkma telaşı bastırdı. Bir eteğin kopmuş bir düğmesi, ütülenmemiş bir bluz, yanıma en az kaç kalem eşya alabilirim sorusu. Ertelendiği, sürüncemede bıraktığı işleri ancak yolculuğa çıkarken kavrayabiliyor insan.
İyi ki oğlumun yükseköğrenim görmesi çok önemli değil benim için. Televizyon onarımcısı, bakır ustası, basımevinde dizgici olabilir. Yeter ki, meslek hırsı, yaşama sevincini altetmesin.
Ramazan da Eylül'e rastladı bu yıl; boğazıma bir düğüm oturdu. Günün akışı değişecek artık sokaklarda. Kimi içkiciler, karaciğer dinlendirme amacıyla içmeyecekler. Kadınlar, incelme kaygısıyla oruç tutacaklar. Fırınların önünde pide kuyrukları uzadıkça uzayacak. Herkes iftarı düşleyecek boyuna. Elinde çatal, önünde zeytin, kulağı tetikte. Her gün yediğinin üç katını bir öğünde mideye indirecek. Orucun amacını anlayamadım gitti. Dünya nimetlerinin tadını anlayın mı dernek, dünya nimetlerini hırsla kapışın mı?
Ölen ister namuslu biri, ister çıkarcının teki, ister yaşarken varlığıyla herkesi bezdirmiş bir ukala olsun, sözler değişmez. En büyük sahtekarlığımızdır: ölünün arkasından iyi konuşulur. İyilik, cesetler arasında eşit olarak dağıtılır.
Pazar sabahları, hele hava güneşliyse, anlatılmaz bir dinginlikle başlar. Özellikle kentin kargaşasından uzak kırlık bölgelerde. Sokaklar sessizdir, gündelik gürültüler geç saatlere kadar erişmez.
Neden sonra, öğleye doğru, Pazarın o büyük kıstırılmışlık duygusu bastırır, çevremizdeki ılık koza yavaş yavaş dar gelmeye başlar. Üstelik dışardan çığırtkan bir kalabalık, kapımıza yüklenmektedir sanki.
Bu yüzden Pazarları, gazetelerin sürümü artar; her eve, ekler, mizah dergileri alınır fazladan. Her çaba, o ilk tekbaşınalığı uzatabilmek içindir.
Suyun içinde sallanır gibi geçirdim geceyi. Dışarda istasyonların sesleri, yol kıyısındaki evlerin ışıkları, sabaha doğru görünüp görünüp kaybolan deniz parçaları, bahçeler; çarşafların temizliği, serinliği...
Kimi zaman küçük ayrıntılar birleşip yeni bir tat oluşturuyorlar, daha önce bilmediğiniz bir tat. Mutluluk dedikleri bu kadar mı acaba? Bu kadarsa da yeter, yalnız sınırları bi linmeli.
Boğaz Köprüsü, arabayla geçerken, güzelliğiyle çarptı. Bir düş bağlantısı gibi incecik, kırılgan. Gereksizliği, lüksü, uğruna verilen savaş bile unutulabiliyor.
Biraz daha 'az güzel' olsaydı, böylesine kin duymazdım!
İlerlemenin yükü de kadına yükleniyor. Hep çağdaş kadının nasıl olması gerektiğini düşünüyoruz. Bir de çağdaş erkeğin bu kadın karşısında nasıl davranacağını düşürsek iyi olur.