Kurumuş, kokusuz bir çiçek gördüm,
Unutulmuş bir kitabın sayfaları arasında;
Ve bu çiçek tuhaf hayallerle,
Doldurdu ruhumu ansızın:
Nerede açtın, ne zaman, hangi baharda?
Çok mu yaşadın, kim seni koparan?
Tanıdık mı, yabancı bir el mi?
Ve neden seni böyle bırakıp gittiler?
Sevecen bir buluşmanın mı,
Yoksa ölümcül ayrılıkların anısına mı,
Ya da ıssız kırlarda, orman gölgelerinde yapılmış,
Bir yalnız yürüyüşün ardından mı buradasın?
Yaşar mı şimdi çiçeği solduranlar?
Acaba şimdi neredeler?
Yoksa onlar da, şu gizemli çiçek gibi,
Çoktan cansızlaşıp gittiler mi?
Yürümekten yorulduğunuz oldu mu hiç?
Hem de nasıl—yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık belki en sık yaşadığım yaşantılardır; ama, hep, “kendimi ensemden tutup kaldıracak” gücü buldum kendimde şimdiye dek—şimdiden sonra, bilmem…
Hafriyat kamyonları geçti dün önümden yine,
arka arkaya üç tane, dopdolu, tepeleme,
harf taşıyorlar bir yerinden kentin bir yerine.
Önde gidene g’ler yüklenmiş, e’ler ikincisine,
arkadakinde karışmış harfler birbirine.
Kim ısmarlar bunları?
Kim ne yapar bu kadar çok harfle?
Kamyon dolusu karmakarışık olasılık.
Teslim alıp birileri bu harfleri bir yerlerde
dönüştürebiliyor mu acaba anlamlı bir bütünlüğe?
Çok denedim, çok istedim, beceremedim ben.
Hep harf kaldı harfler elimde,
ne bir kelime oluşturabildim, ne de bir cümle.
(16 Aralık 2022)
Ölüm çok güzel olmalı,
yumuşak, kahverengi toprakta yatmak,
birinin başının üzerinde çimlerin dalgalanması, ve sessizliği dinlemek.
Dünün olmaması, ve yarının olmaması.
Zamanı unutmak, hayatı affettmek, barışta olmak…