“Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.''
Geçip gitti o günler ah...
Geçip gitti güneşte kavrulan bitkiler gibi;
Akasya kokusuyla sarhoş olan o sokaklar
Kaybolup gittiler.
Dönüşü olmayan yolların o parıltılı kalabalığında,
Ve yanaklarını sardunya çiçeği yapraklarıyla süsleyen o kız
Yalnız bir kadın şimdi;
Yalnız bir kadın.
Yalnız...
Yalnız...
Furuğ Ferruhzad
Ah geçip gitti o günler
Geçip gitti kirpiklerimin arasından
Şarkılarımın hava kabarcıkları gibi uçuştuğu
Gözlerimin üzerine kaydığı her şeyi
taze su gibi içtiği o günler
Geçip gitti...
İzin ver tüm varlığım sende kaybolsun
bulamasınlar benden bir iz
insanlar boşuna uğraşa dursun.
Bırak essin dudaklarımı yakan ıslaklığı özlemlerin,
yanıp tutuşan hayalin
ve bir hiçlikten başka nedir ki benim bedenim.
Gözlerinin sınırsız mehtabından yine bu gece
yıldızlar yağıyor şiirime
ve kâğıtların çöl kışındaki aklığı üzerine.
Ve ellerim kıvılcımları oya gibi ince ince işliyor
Çünkü ateşten bir gömlektir benim şiirim;
yalnızca aşk ateşinin gölgesine sığınan
ve de herkes gibi aşk ateşidir
beni de yakıp kavuran.
"Az şekerli bir kahve getir bana ustam! Az şekerli olsun ki, toyluğum belli olmasın. Şekersiz de olmasın aman; acı olup da ağzımı buruşturmasın. Az şekerli olsun..."
Aşk nedir, diye düşünmüyorum.
Zaman zaman herkes bir şeye benzetmiş. Üstüne ciltlerle kitap yazılmış.
Halledilmiş bir mesele değil.
Var mı yok mu oda mechul...
Halbuki kahvehane, daha güzeli kıraathane kadar adamı adam eden yerlerden birisi de üniversitedir. Kıraathaneye girmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım.
“Yerimden kalktım. Aynaya doğru ilerledim. İki hanımın sessizce beni dikizlemelerine aldırış etmeden baktım. Perişan bir haldeydim. Yüzüm sapsarıydı. Gözlerim kıpkırmızı. Kenarlarından fırlayan saçlarımı toplamak için şapkamı çıkarınca şöyle parmaklarımla bir tarasam elimde kalacaklarını sandım. Şapkamı giyip kenarlardan fırlayan saçları içeriye tıktım. Dışarı çıktım. Vapur Kadıköy’den kalkmış geliyordu. Haydarpaşa İstasyonu’na baktım. Kocaman kapılarından ötede kırmızı yeşil fenerli, demiryollu, trenli, yolculu, meraklı, düşünceli, perişan, yerini bulmaya çalışan bir âlem vardı. Her gün yüzlerce tren binlerce hikâye getiriyor, binlerce hikâye alıp gidiyordu.”