Kendimce bir profil çizmem lâzım ya, hemen kuruyorum ortamı kafamda;
Herkes oturmuş, kalabalık bir masa ve gırla muhabbet. A'dan Z'ye tüm tiplemeler mevcut. Sandalyelerin birinde de Güray Süngü oturuyor . Ara ara ona dönen sorulara kestirmeden verdiği cevaplar dışında konuşmuyor. Gözleri herkesin dudağını okuma peşinde. Kulakları kapı gıcırtısında. Mavra yok.
Hep yazıyor.
Önce beynine.
Sonra kalemle.
"İnsan yazarken sadece anlaşılmak değil, muhakkak ki aynı zamanda anlaşılmamak da ister." demiş Nietzsche. Bunu Güray Süngü ve bu minvalde birkaç yazar için geleceği görerek söylemiş ihtimali bile olası çünkü her zaman böyle kalemlerle karşılaşmak mümkün gelmiyor bana.
Öve öve bitiremediğim kitapların ciddi bir farkla yabancı edebiyat ürünleri olduğunu anlamak için doktora yapmaya gerek yok sanıyorum. Okumaya paralel giden bir yok sayma eylemi mi yoksa iyi yazarlar "işi bilsem yeter işe kim gidecek" mi diyor bilemiyoruz tabii. Biz elimizdekilere bakıyoruz.
Burada da çok başarılı bulduğum bir yazar olarak çıkıyor işte karşıma Süngü. Karakter içinde karakter yaratma, fantastik mi 'fanteztik' mi tam kavrayamadığımız düşler, paralel evrenler arasındaki gerçeklik.
Ben olma,beni arama,beni bulma, benden olma.
Düşevi Pansiyonu'nda gözünü açan kahramanın kendini bulma uğruna Havva'ya kur yapmasına kadar uzanan yolculuğu.
Yine diyorum ; Güray Süngü içine içine atmış ama dışı kasırga. Okurunu zorlamayı seviyor, beyin yakıyor.
"Aman kısa kitap, hadi ham yapayım" olayı burada işlemiyor.
Küçük şizofrenik sancılar.
Hoşgeldiniz efendim.