Sabahattin Ali’ye karşı hep bir önyargım oldu. Popüler kültürün var ettiği bir kişi olarak düşündüm. Kitapları hep çok satanlar da herkes onu okuyor. Belki de sırf bu yüzden ondan özellikle uzak durdum. Onu diğer Türk Edebiyatı yazarlarından farklı görmüyordum. Çok okunmasının tek nedeninin toplumun onu ön plana çıkarması olduğunu düşünmüştüm.
İlk
“Sana ne hissettiriyor mesela? Dans ederken,” eli belimde durakladı ve parmakları tekrar tenime saplandı. “Buraya dokunduğunda ne hissettin?”
“Hoşuma gitti,” diye yalan attım.
Hafif bir kahkaha attı kulağımın dibinde. Ah bu ses... En büyük günahı çekici hâle getiren bu ses...
“Yalancı. Rahatsız oldun. Onun dokunuşu seni rahatsız etti.” Eli tekrar sırtımda keşfe çıktı. “Oysa ben dokununca,” dedi ve duraksadı. Zorlukla yutkundum. “Tenin resmen alev alıyor.”
Her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim.
Her gün sana bir kez "zalim" diye seslendim.
Her gün "âh" ettim bir kere, bir kere o âh'ı geri aldı.
Her gün "yol arkadaşım" dedim, kahırla kapladım sözlerimi.
Her gün acını tattm.
Her gün unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime.
Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm.
Her gün bir kilidi açmaya çalıştım. Başka bir șey vardı, başka bir șey; ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. Çile nedir, günah ne? Bana ne bunlardan. Dünyanın merkezi sendin her gün ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara. Karrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa...