...Hayat alabildiğince çapkın
Hayat alabildiğince olasılık
Hayat tembel tabanlı ayakları
Ve temkinli adımlarıyla gençliğime bastı
Bir ömür boyu kurbağa öptüm
Haki
Dudaklarımda hala bataklık tadı
Ne demeli
Mutlu son, haklı olarak yanlış bir sunum diye aşağılanmaktadır; çünkü dünya, bildiğimiz kadarıyla tek bir son sunar: ölüm, çözülme, parçalanma ve sevdiğimiz biçimlerin kayboluşuyla kalbimizin çarmıha gerilmesi.
Ve nerede bir nefret bulacağımızı düşünürsek orada bir tanrı bulacağız; nerede bir başkasını öldürmeyi düşünürsek orada kendimizi öldüreceğiz; nerede dışa doğru yol almayı umsak orada kendi varlığımızın merkezine geleceğiz; nerede yalnız olduğumuzu sansak orada bütün dünyayla birlikte olacağız.
Kahraman kendi kendine kazanılmış teslimiyetin sahibidir. Fakat neye teslimiyet? Bugün, kendimize sormamız gereken ve her yerde kahramanın başlıca erdeminin ve tarihsel görevinin çözeceği bilmece budur.
İnsanlar çok erken doğar; tamamlanmamışlardır, dünyayla karşılaşmaya henüz hazır değildirler. Genellikle tehlikelerle dolu bir evrene karşı onları savunacak tek şey, koruması altında rahim döneminin geçirildiği annedir.
Sayfa 15 - Geza Roheim, the orijinal and function of culture / ithaki yayınlarıKitabı okuyor
Yalnızlık hiçbir zaman sizinle birlikte değildir; her zaman sizsizdir, ancak çevrenizde bir yabancı varken olanaklıdır: yer ya da kişi, ne olursa olsun, sizi tümüyle görmezden gelen, sizin de onu tümüyle görmezden geldiğiniz bir yabancı; öyle ki isteminizle duygunuz kaygılı bir belirsizlik içinde yitik, asılı kalır; sizinle ilgili her doğrulama durduğu için, bilincinizin özdenliği de durur. Gerçek yalnızlık, kendi başına yaşayan, sizin için ne izi ne de sesi olan, böylece de yabancının siz olduğu bir yerdedir.
Gerçekten de alışılmadık, yeni bir biçimde yalnız olmak istiyordum. Düşündüğünüzü tam tersi bir biçimde; yani kendimsiz, bu yüzden de çevremde bir yabancıyla.
Yo, hayır, babamın yürümemi istediği yolu seçmeye karşı çıkmıyordum. Tüm yollara giriyordum. Ama yürümeye gelince, yürümüyordum. Her adımda duruyordum; önüme çıkan her çakıl taşının ilkin uzağında duruyor, sonra giderek yaklaşıyor, yaklaşıyor, çevresinde dönüyordum; başkalarının benim için aşılmaz bir dağın, hatta kuşkusuz içinde yerleşebileceğim bir dünyanın boyutlarını edinen o çakıl taşına hiç aldırmaksızın yanımdan geçip gitmelerine şaşıyordum.
... bu küçük kusurlara hiç önem vermiyordum, ama yıllar yılı burnumu değiştirmeksizin, hep aynı burunla, aynı kaşlar, aynı kulaklarla, aynı eller, aynı bacaklarla yaşadıktan sonra, bunların kusurlu olduklarının farkına varmak için bir karım olmasını beklemek zorunda kalışıma, bu gerçeğe çok büyük, olağanüstü bir önem veriyordum.