Hayata sığmak kolay değil, elin kolun sığsa tuttukların sığmıyor, ayakların girse hayallerin girmiyor, belin dönse gözün arkada bıraktıklarında kalıyor, hep bir darlık, darlık, sıkışma, sonra da bakılıyor ki, insan gire gire daha giriş kapısında durmuş, orayı da tıkamış, ötesi bomboş, yiğitsen ilerle. Bilinen beylik şeyler, evlenmek, işe girip çalışmak, yorulmak, hastalanmak, yaşlanmak, umduğunu bulamamak ve gitmek istemek. Mezarlıkların saadethane olduğuna hep inandım, evet, yatıp üstüne toprağı çekmek, önünden vızır vızır arabaların geçmesi, korna sesleri, yol yapım çalışmaları, duvarlara yazılan yazılar, kıkırdayan kızlar, yaşlı mezarlığa yan gözle bakan mazbut kadınlar, çarşambaları kurulan pazar, kaya gibi domates, şekerpare kayısı, sen mezardasın onlar pazarda. Onların eli kolu dolu senin boş, onların kafası kim bilir neyle dolu seninki neyle, onlar koşuyor sen vardın beklemedesin, onlar şişman sen zayıf, onlar konuşkan sen suskun, onlar bakıp görmüyor sen bakmadan görüyorsun, onlar dua ediyor senin duaların bitti, onlar rüya görüyor, uyanıyor, reçel yiyor, çay içiyor, sobayı yakıyor, üşüyorlar. Sen uzanmış görüyorsun. Rüya mı imiş, belki de hala bilmiyorsun. Onların iğrendiği kurt senin ağzının içinde, onların terliğin tersi ile yetişip öldürdükleri böcek az evvel yanındaydı. Solucan yorulmadan toprağı havalandırıp duruyor, her şey canlı, her şey kıpır kıpır, bir avuç toprağın bile tamamı hareketli, bütün bu canlılığın içinde bir sen ölüsün, oh daha ne olsun.