gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak
sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı
gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzigar
çocukluğun tutmuş ta yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a
aşk bile dolduramaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran
heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan
gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi, konuşkan
hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan
Ona göre ben bir balıktım, dünyaya sığmıyordum, suyun Ceyhun'a sığmadığı gibi. İnci, denizlerden fazladır; dağ, çölden çoktur. Cinlerin padişahı hiçbir şişeye sığmaz. Nedensizlik bir nedene sığmaz. (Dîvan-ı Kebir, gazel 2650)
Hepimize, haksızlık edilmişçesine dokunan bir şey vardır:
Kısa ya da uzun sürede öldürücü olacak bir hastalıktan ötürü tedavi görmekte bulunan bir bildiğimizin hiç hesapta olmayan, farkına varılmamış, beklenmedik bambaşka bir nedenden ötürü ölü vermesi gibi... Nedir yadırgadığımız?
Birden, başkalarının bakışının önemini anlarsınız. Sizin gibi bakmayanların bakışını sezersiniz kendi bakışınızda ... Dışarıdan içeriye bir şeyler sızıvermiştir ...
"En büyük beceriksizliğimiz," diyor Frauvon Schimmhoff , "bir başkasının da kendini -tıpkı bizim gibi- dünyanın orta yeri olarak gördüğünü, yaşayamamamız, içten anlayamamamız ... "
Yani beklentilerimizin, durmadan, başkalarının beklentileriyle sınırlanacağını anlayamamamız ...
"Sıra-mevsim bilmeyenlerden bir şeyler öğrenmeyelim mi arada bir? Peki, peki, tamam, kitabıma dalıyorum. Balıklama.
Sen, okur gibi görünmekten de vazgeçmiş gibiydin; ondan ötürü. Sahi, nerelerdesin?"
Denize, anasına döner gibi döner gelirken, bildiği bir kucağın sevecenliğini bir daha bulmağa hazırlanırken, öteden beri tanıdığı bir bağışlayıcılığa, arındıncılığa doğru yola çıkarken, insan, yanına bir şey daha alıyor: Bilmediği ama hep aradığı, aramış durmuş olduğu bir şeyi (bir şeyleri) bulmanın umudunu ...
Anlamsız kılınacak, kılınmağa hazır bir mutluluğu belki ...
Hak etmek için kimsenin pek bir şey yapmayacağı, yapmamış olacağı, piyangodan çıkar gibi gelip onu (başkasını değil, onu) bulacak bir mutluluğu ... Yarabbim, bu kadar mı yalnızız, bu kadar mı düşüyoruz?
Biz, daha İran’da Hafız gazel söylemeden, Britanya’da Shakespeare zuhur etmeden önce “Tengri azze ve celle” diyorduk; sen kim oluyorsun da ben tanrı dediğimde cana kıymışım, yoksul kanı içmişim, çocuk eti yemişim, kadın öldürmüşüm, halkı soymuşum gibi yüzünü ekşitiyorsun?!
"Başka kişiler olmak, ya da, ne isek o olmamak gibi iki ana seçenek var ... "
"Gerçekten çok başka şeyler mi bunlar? Sanırım herkes, istese de istemese de, kimliğiyle uğraşıyor burada."
Resmin karşısında durmak, artık yadırgatıcı. Baktığımın içinde geziyorum. Ne resim bir şey anlatıyor, ne onu yapan el. Ara ara o ele uyar gibi olsam da onun aradan çekilmesini bekliyorum.
İnsanın sanat adına yaptığı, başkalarına seslenmek adına yaptığı, bu dünyada kabul gören tek şey gibi görünüyor artık. Ama gerçekte gördüğümüz bunun da sureti midir?