Bütün ömrümüzü, hakkımızda en ufak bir şey bile bilmeyen ama hakkımızdaki her şeyi bildiklerini iddia eden insanlarla birlikte geçiriyoruz. En yakın akrabalarımız ve dostlarımız bile bir şey bilmiyor, çünkü kendimiz de çok az şey biliyoruz. Yaşamımız boyunca kendimizi keşfetmeye çalışıyoruz, sonunda zihin gücümüzün sınırına gelince de pes ediyoruz. Çabalarımız tam bir hayal kırıklığı ve mutlak bir ölümcül depresyonla son buluyor. Yetkili olmadığımızı düşündüğümüz için iddia etmeye cesaret edemediğimiz şeylerde, başkaları bizi eleştirmekten geri kalmıyor, bilerek ya da bilmeyerek içimizdeki her şeyi görmezden geliyorlar. Her daim başkalarının fırlatıp attıkları oluyoruz, her yeni günde de kendimizi tekrar bulmak, toparlamak ve birleştirmek zorundayız. Yaşlandıkça daha sert yargılarda bulunuyoruz ve karşılığında iki kat sertlikte yargılara da alışmalıyız. Cehalet, her türlü ilişkiyi berbat ediyor, zamanı gelince de yerini kayıtsızlığa bırakıyor. Yıllar boyu süren kırılganlık ve yaralanmadan sonra artık neredeyse hissiz ve yaralanmaz olduk. Hala yaralanmaları algılıyoruz, ama artık eskisi gibi aşırı duyarlı değiliz. Daha sert darbelere dayanabiliyoruz, daha sert darbelere katlanabiliyoruz. Yaşam bizim bugün konuştuğumuzdan daha kısa, daha yok edici bir dille konuşuyor. Artık umut edecek kadar duygusal değiliz. Umudun olmayışı bize insanlar, nesneler, ilişkiler, geçmiş, gelecek, vesaire hakkında daha açık bir görüş sağlıyor.