Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

208 syf.
·
Puan vermedi
·
25 saatte okudu
“Kitapları yakmaktan daha büyük bir suç varsa, o da onları okumamaktır.”
i.hizliresim.com/r77doo3.jpg Amerika'da ilk kez 1953’te yayımlanan ve hızla bütün dünyada ün kazanan
Fahrenheit 451
Fahrenheit 451
devlet sansürünün, totaliter rejimlerin dehşetini anlatan temel yapıtlardan biri sayılmasına rağmen, Ray Bradbury, romanı hakkında şöyle der: "Romanım hep yanlış ya da eksik yorumlandı. Fahrenheit 451, sansür ve de otoriter devleti eleştirmenin ötesinde, aslında televizyonun okumaya, özellikle de edebiyata ilgiyi nasıl yok ettiğini anlatıyordu." Nitekim,
Neil Gaiman
Neil Gaiman
‘ın sunuş yazısında belirttiği üzere , “Fahrenheit 451, spekülatif kurgudur. ‘Bu böyle sürerse…’ öyküsüdür. (Bu böyle sürerse; yani dünyanın her yerinde görüntünün tahakkümü altında, zihin kontrolü vasıtasıyla ve subliminal mesaj bombardımanlarıyla insanlar kitapları terketmek hatta onları yok etmek suretiyle git gide daha da eblehleşerek, yozlaşacak olursa vs.)
Ray Bradbury
Ray Bradbury
bizim geçmişimiz olan şimdiki zamanı hakkında yazıyordu. Bizi bir şeyler konusunda uyarıyordu; bunların bazıları barizdir, bazılarınıysa aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra görmek daha zor. 1950’lerde şu espri yapılıyordu: ‘Eskiden kimin evde olduğunu ışıklarının açık olmasından anlayabilirdiniz; şimdiyse ışıklarının kapalı olmasından anlaşılıyor.’ (O zamanlar televizyonlar küçüktü, siyah beyazdı ve net bir görüntü elde etmek için ışıkları kapamak gerekiyordu.)
Ray Bradbury
Ray Bradbury
‘Bu böyle sürerse… artık kimse kitap okumayacak diye düşündü ve “Gelecekte kitapların yakılmasıyla ilgili bir roman yazmak için kütüphaneden daha iyi bir yer olur mu?” diyerek UCLA kütüphanesinin bodrumunda ‘İtfaiyeci” adlı kısa romanının daha uzun bir versiyonunu yazdı. Los Angeles İtfaiye Teşkilatı’nı arayıp, kağıdın kaç derecede yandığı sorusuna aldığı cevaba binaen de kitabının ismini
Fahrenheit 451
Fahrenheit 451
koydu.” Bunca izahatın ardından, kitabın konusuna ve karakterlerine değinecek olursam; Guy Montag, karısı Linda ile birlikte yaşayan bir itfaiye personelidir; lakin çalıştığı kurum sembolü ejderha olan ve evleri basarak, buldukları kitapları ateşe vermek suretiyle imha eden bir teşkilattır. Yaşadığı toplumda televizyon, insanların uyuşturulmasını sağlamakta, anlamsız ve amaçsız sorularla bir illüzyondan ibaret olan programlar vasıtasıyla kitleler kandırılıp aldatılmaktadır. İnsanların isyan etmemeleri için düşünülmüş bir başka yöntem ise ilaçlar, uyuşturucu ve uyarıcı haplardır. Bu toplumda gazetelerde bile yazı yoktur, sadece resimler vardır. Kitaplar ve yazılar insanı asosyalleştiren, mutsuz eden nesneler olarak resmedilmiştir. Montag, bir gün işten evine dönerken Clarisse ile tanışır ve öğretmen olan Clarrisse’nin etkisiyle, sistemin kuklası olmuş karısının her türlü tepkisine rağmen kitap okumaya ve nihayetinde kendi benliğini ve gerçekleri keşfederek aydınlanmaya başlar. Bradbury’nin kitapta yarattığı her karakter onun bir parçasıdır; bir polisin gece vakti kendisini sorgulamasından esinlerek yazdığı “Yaya” öyküsünde erkekken kıza dönüştürdüğü Clarisse McClellan’dan, sonrasında kaleme aldığı ”İtfaiyeci” adlı kısa romanındaki Guy Montag da ‘gelecekte koşan’ yazarın kendisidir, Faber’de gizlenen de odur; orada burada, yolda insanların kulaklarına ne yapmaları gerektiğini fısıldayan kişidir, hatta yıkıcı benliğin yansıması itfaiye şefi bile onun bir parçasıdır. (Bknz.: Yazarın 1976 tarihli sesli önsöz açıklaması) Bradbury’nin yarattığı karakterlerle alakalı bu açıklaması bana
Sabahattin Ali
Sabahattin Ali
‘nin Ayşe Sıtkı’ya 10.08.1933 tarihinde yazdığı bir mektupta benzer bir durumu şöyle ifade ettiğini hatırlattı: “Ben zaten nedense yazılarımda doğrudan doğruya veya bilvasıta hep kendimden bahsediyorum. Galiba kendimi çok beğendiğimden. Bundan müşteki değilim, çünkü benim fikrimce 'deha' bir nevi megolamandır ve dâhilerin en gülünç olanları mütevazi olanlarıdır. Yazılarında kendilerinden bahsetmeyenler, kendilerine emniyet ve itimatları olmayan korkaklar ve zayıflardır. Veya içlerinde bahsedecek bir şeyleri olmayan başlar. Ben bir kere korkak değilim ve kendime güveniyorum, sonra da yüz muhtelif adam yaratsam her birine kendimden bir parça verecek kadar doluyum.”
Ray Bradbury
Ray Bradbury
,
Fahrenheit 451
Fahrenheit 451
’i yazarken, dünyayı bilinçli olarak herhangi bir şekilde değiştirmeyi hedeflemekten ziyade, kitaplar ve kütüphaneler hakkında, bilginin kadar değerli olduğu ve onu korumamızın gerekliliğine dair uyarı niteliğinde bir mesaj vermek istemiştir. (Bknz. : Yazarın 1976 tarihli sesli önsöz açıklaması)
Neil Gaiman
Neil Gaiman
’ın da dediği gibi: “Bu bir uyarı kitabıdır. Sahip olduğumuz şeylerin değerli olduğunu ve değer verdiğimiz şeylerin bazen kıymetini bilmediğimizi hatırlatır.” Bu arada, bir kitle hipnotize aracı olarak televizyonu konu alan 1976 yapımı ‘Network’ filminden özellikle şu sahneyi izlemenizi tavsiye ederim. (“Televizyon gerçek değildir”; nam-ı diğer ”Tell lie vision”.) youtube.com/watch?v=D5QQhoZ... Bu kitabın yayımlanmasının ardından 67 yıl geçmiş olmasına rağmen, yazarın işaret ettiği ve uyarıda bulunduğu hususlarla ilgili günümüze dair sayısız çıkarım yapılabilir; ama ben sadece birkaç mühim noktaya temas etmekle yetineceğim: Özellikle bir türlü baş edilemeyen “ekran bağımlılığı”
Yüzeysellik: İnternet Bizi Aptal mı Yapıyor?
Yüzeysellik: İnternet Bizi Aptal mı Yapıyor?
(internetin akla ziyan etkileri ve idrak safhasındaki negatif tezahürleri üzerine)
Görünüyorum O Halde Varım
Görünüyorum O Halde Varım
(Var olmanın yolunun düşünmekten değil “görünmek”ten geçtiği sanısının yaygınlaştığı bir dünyada, seyretmeden duramayan görsel kültür insanı faciası... Böyle bir dünyada okumaktan çok seyretmek, bilmekten çok görünmek, akıldan çok göze hitap etmek, kafa yormaktan çok “yorma kafanı” telkinine uğramak.) ve de “görüntünün dayanılmaz tahakkümü” hakkında… İlk olarak,
Aynalı Barikatlar
Aynalı Barikatlar
‘dan “Görüntünün dayanılmaz tahakkümü” hakkında bir bölüm aktarmak istiyorum: “Teknolojinin, konuşmayı kelimelerden ziyade görüntülerle aktarılır hale getirmesi, anlamın yükünü sözden ayırıp görüntüye nakletmesi, algılama ve kavrama tarzında negatif bir devrimdir. Teklifsizliğini bir teklifler bolluğu, kargaşasını geniş çaplı bir rahatlık ve yıkıcılığını sürgit bir inşa faaliyeti gibi gösteren bu devrimin (kötülük derecesi bakımından) birbirinden önemli beş sonucu vardır: 1-Somutluğun egemenliği altındaki görsellik, soyutluğu su götürmez anlamı kuşatarak muhakemeyi aşındırdı. Yargı, görsel misallerin dayanılmaz çokluğu arasında iğfal edildi; yani anlamın ağırlığı büyük ölçüde çöpe gitti. 2- Modern emperyalizmin kozu, teknolojik ve kitlesel illüzyonlar üreten silahlardır. Kişiyi kendine bakarken bile yanıltabilecek illüzyonlar! 3- İmparatorluk elçileri/askerleri, televizyon aracılığıyla az gelişmiş ülkelere dans ederek, şarkı söyleyerek ve/ya da sofradan kalkmaksızın girebiliyor. Dilerseniz şöyle söyleyeyim, Arnold Schwarzenegger oturma odanıza kaç kere geldi ve (huyu kurusun) ortalığı kan gölüne çevirip tekrar görüşmek dileğiyle (asta la vista deyip) ayrıldı? 4- Tüketimin merkezi öğesi olan ve yenilenme saplantısı gereği hızla eskiyen/değişen görüntüye iliştirilen anlam, kavranabilir ve ilkeselleşebilir olmaktan çıkarak uçucu hale geldi. 5- İmaj kreatörlerince saptanarak yığınlara telkin edilen ölçülere uymayan ve/yani görsel beğeni uyandırmayan kişilerin sözleri değerini kaybetti! İşte şimdi can yakıcı bir paradoksun menziline girdik: İyi görünürsen, ne söylediğinin bir önemi kalmaz; kötü görünürsen, söylediklerin önemsenmez! Yani, velhasıl kelam; “AĞIZDAN ÇIKAN SÖZE DEĞİL, O SÖZÜN KİMİN AĞZINDAN ÇIKTIĞINA BAKILIYOR.” Günde kaç saatinizi ekrana bakarak geçirdiğinizi hesap ettikten ve bir ekran bağımlısı olup olmadığınızı iyice test ettikten sonra bir düşünün: Gördüğünüz, “size gösterilen” gerçek olduğu sandığınız ve aslında bir “illüzyon”dan ibaret olan görüntülere ne kadar inanabilirsiniz? Bakmak ile görmek arasında bazen korkunç bir uçurum oluşur ki; göz, edilgen bir yapı içinde sadece seyredip tepki de vermeyince, görüntü demagoji yapıp yalan söylemeye başlar… Kitle iletişim araçları bize ne düşünmemiz gerektiğini söylemez. Ne hakkında düşünmemiz gerektiğini söylerler! Zihinsel gündemi onlar belirler. Gazetelerde, dergilerde veya TV’de medyanın meseleye verdiği önem, insanlara o meseleye kendi düşüncelerinde ne derece önem vermeleri gerektiğini bildirir. Zihinsel gündemleri belirler. TEKRAR, bizim bir iddiaya olan yakınlığımızı arttırır. Aksini kanıtlayacak bir şeyler olmadığı zaman, giderek artan yakınlık hissine, iddianın doğru olduğu hissi daha büyük olasılık kazanarak eşlik etmeye başlar. Bu tekrar etkisi “doğruluk/gerçeklik etkisi”(the truth effect) olarak bilinir. Genellikle, eğer herhangi bir şey doğru değilse bir şekilde o konunun tartışılması gerektiğini düşünürüz. Eğer sürekli olarak tekrarlanıyor ve tartışılmıyorsa, zihnimizde bunu muhtemelen doğru olduğu yönünde aksi ispatlanıncaya kadar geçerli olan bir kanıt olarak görmeye başlarız. Yaşadığımız yüzyıl, görüntünün ve görmenin iktidarıyla şekillenmekte olup, ‘global köy’ün fotoğraf, televizyon, sinema, bilgisayar ve internet gibi en ışıltılı teknolojik araçları, ‘düşünen insan’ın yerine ‘gören insan’ı inşa ediyor. Dünyayı, anten kültüründen nasiplenmek suretiyle saatlerce karşısına kilitlenerek izlediği televizyondan ve internet zamazingolarından tanıyan ‘ekran çocukları’ndan, görüntü sihrine dayalı propagandaların sürekli bombardımanı altında kalan yetişkinlere kadar, hepimiz bu gücün kuşatması altındayız. Ve bu gücün bizleri nasıl yönlendirip, yönettiğinin farkında bile değiliz… Kandırmaca ve yutturmacanın her türlü versiyonunun alenen sahnelendiğini bir oyunun içindeyiz… Elektronik medya ile yaratılan sözde 'gören insan'ın, nasıl bir uyku imparatorluğu vatandaşına dönüştüğünü sorgulamamız gerektiğini dillendirerek, en azından düşünsel eylemsizliğe bir son vermemiz gerektiği kanaatindeyim… İletişim kuramcısı
Neil Postman
Neil Postman
,
Televizyon Öldüren Eğlence
Televizyon Öldüren Eğlence
kitabında diyor ki: “
George Orwell
George Orwell
kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu.
Aldous Huxley
Aldous Huxley
’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyen kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell, hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley de hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu.” Orwell ve Huxley’in bahislerine nazaran iki ucu pis değnek misali bir durum söz konusu olsa da, ben yine de her daim okuyan insanların var olacağına ve bilginin gücünü elinde bulunduran bu elit tabakanın dünyaya hükmedeceğine inananlardanım.
Fahrenheit 451
Fahrenheit 451Ray Bradbury · İthaki Yayınları · 202289,1bin okunma
··
2.455 görüntüleme
Çetin Öcalan okurunun profil resmi
Onur Ünlü’nün “Film seyretmek kolaydır, kitap okumak zordur. Demek ki kitap okumak önemli. Hatta sinemaseverlere şunu demek istiyorum; sıkıyorsa kitap okuyun!” Sözü geldi aklıma. Bu kaliteli inceleme için elinize, emeğinize sağlık. Teşekkürler.
FatmaYıldız okurunun profil resmi
Çok verimli bir inceleme ikinci kez okuyorum. İnanın değerlendirme cümlesi kuramadım kaç dakikadır yorum kısmında öylece bakıyorum. Tekrar tekrar okunası kaleminize sağlık.
Esas Adam okurunun profil resmi
Teşekkür ederim :) Beğendiğinize sevindim :)
Bu yorum görüntülenemiyor
Ahmet Ali Işık okurunun profil resmi
İnceleme o kadar etkileyiciydi ki okumadan önce kitap okuduğumu sanıyordum ama okumuyomuşum. 😂😂
E.B. okurunun profil resmi
Çok kaliteli bir inceleme. Tebrik ederim.
Kemal Cinar okurunun profil resmi
Çok özgün !! ☝️👏👏
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.