İdealleri uğruna mücadele veren kadın hikayelerini seviyorum. Tarihi her döneminde kadın olmanın zorluklarını yaşayan sayısız kimlik var. Özellikle yaşanılan coğrafyadaki kadına olan bakış açısı bunun zeminini oluşturuyor.
İçimdeki kıvılcımı, ateşe çevirmek için yaşamını ortaya koyan kadınları tarih sahnesinde görmek mümkün. Bunlardan biri de Prenses Cristina Trivulzio Belgiojoso'dur. Düşünün ki 1800'lü yıllarda hem içinde bulunduğu sosyal sınıfa aldırmadan kadının özgürlüğü için savaşan bir insan. Dönemin şartları göz önünde bulundurulursa işi hiç de kolay değil elbette.
Ülkesindeki baskıdan Omanlı İmparatorluğu'nun kucak açtığı prensesin Safranbolu'ya kadar uzanan hikayesini okurken, kendisiyle ilgili çok bilgi edindim. Yazar kendisi ve ailesi ile ilgili doğumdan itibaren bir içerik hazırlamış.
Dönemin karışıklığı içerisinde gittiği hiçbir yerde aradığı huzuru bulamıyordu prenses. Yıl 1850 ve ülkeyi terk eden ilk gemide yüzlerce kaçak arasında kurmuştu ansızın kendini. Malta da onun için son durak olmadı daha da uzaklara gitmeliydi. İstanbul ve oradan da Anadolu 'ya geçmeye karar verdi. Yolculuk Safranbolu 'ya olacaktı. Önünde artık yepyeni hayat ve bu yeni hayatı ona çok iyi gelecekti.
Kitabın içinde Ankara'ya da rastlamak çok güzel oldu. Sevdiğim şehir...
Kitabın içinde prenses ile birlikte ilerlerken dönemin kadın portresini görmek mümkün. Hem de tüm detaylarıyla. Özgür ruhu içinde birçok kimliği de barındırıyordu. Hem bir anne, hem köylülere okuma yazma öğreten, hastaları tedavi eden, onları dinleyen hem de direnişçi, savaşçı yönüyle cesaret sembolüydü.
Hayat bir şeyi yapınca o şey tamamdır. Olur musu, olmaz mısı yoktur. Hayat yapar,izah etmez ve kabûl ettirir. Bütün sanatı burada. Bizse hayattan sormadığımız hesapları bir tasavvurdan isteriz.
İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rasgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.