İlâhî emre muhalefet ve nehyolunanı irtikâbetmeye gelince -ona muhalefeti helâl telâkki etmemek ve yasağını hafife almamak şartıyle - bu, ne tekzîb sayılır, ne de ilâhî emir ve yasağı red mânâsı taşır; bu hal olsa olsa aşağı arzuların ağır baskısından, taassubdan, kibirden ve tenbellikten doğan bir şeydir. Kaldı ki böyle bir hâlet-i ru-hiyye ile günah işlemeye azab korkusu, af ümidi ve tevbe azmi de umumiyetle eşlik eder. Bütün bunlar imanın meyvesi ve kalbde mevcûd ilâhî mükâfat ve mücâzâtı tasdîk alâmetidir.
Bu durumu şuna benzetebiliz ki bir doktor, hastasına ilâç içmesini emreder, zarar veren şeylerden de onu sakındırır. Hasta da doktorun söylediklerini doğru kabul edip benimser. Buna rağmen bazan kendisine zarar verecek şeyleri yer, veya faidesi dokunacak ilâçları içmekten imtina eder. Bununla beraber zarar görmekten korkar, yaptığına pişmanlık duyar, doktorundan utanır, kınamasından endişe eder ve gönlünü almayı umar. İşte nasıl ki bu, doktorun emrini reddetmek, onun mevcudiyetini hiçe saymak mânâsına gelmiyorsa bizim meselemizde de durum aynıdır.