Anlamamız îcâb eder ki;
Cenâb-ı Hak, geometriden ibaret bir namaz istememektedir. Bedenin, kıblesi Kâbe’ye döndüğü gibi; kalbin ibresi de Hakk’a yönelmelidir. Kalp ve beden, rûhânî bir âhenk içinde olmalıdır.
Bugün milyonlarca müslümanın yaşadığı Endonezya gibi okyanus ötesindeki ülkeler, gönül fütuhâtı dışında hiçbir askerî sefer ile fethedilmedi. Oraya dürüst, haram-helâl hassâsiyetiyle iş yapan müslüman tüccarlar gittiler. Oranın idarecileri ve halkı;
“Bu ne güzel din!” diyerek halka halka müslüman oldular.
Gafiller; “yeni bir yıl başlıyor” diye, “bir yaşıma daha bastım” diye eğlenmeye kalkarken; arif gönüller; “bir yıl daha defter-i amale acaba nasıl kaydoldu?” sualinin hüzün ve endişesinde…
Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm'in mülküdür.
Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek.
O hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir.
Evet, Muhammed'in (asm) getirdiği nur ile kâinatın mahiyeti, kıymeti, kemalâtı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve
kıymetleri bilinir, tahakkuk eder..
Ve kâinat baştan başa gayet manidar mektubat-ı İlahiye ve mücessem bir Kur'an-ı Rabbanî ve
muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhaniye olur..