Sanık karşısındakinin bilgisinin ne kadar olduğunu bilmediğinden , itiraf etmesinin neye mal olacağına , neleri saklayabileceğine emin olmadığından ıstırap çekmektedir.
Rus yazarlarının çoğunlukla hedefi olan , duygusal davranan jüriye karşı şöyle denilmekte:
Eğer hırsızlık yaparken yakalanırsanız ,çabucak eve koşun ve annenizi öldürün , hemen beraat edersiniz.
Dostoyevski insanları uçurumun kenarına sürükleyen ve başaşağı düşmelerini önlemek için de, yarı çürümüş eski tahtadan yapılma, sallanıp duran parmaklığa güvenen bir yazardır.
Michael'e yazdığı başka bir mektupta da, bütün bu fiziki zorluklardan daha kötü olan bir şeyin sözünü ediyor:
Beş yıl, muhafızların kontrolü altında, bir yığın insan arasında yaşadım hep; tek saat bile yalnız kalamadım. Yalnız kalmak normal bir insanın ihtiyacı, yemek, içmek gibi bir şey; yoksa, bu zorla yaşadığın toplu hayatta, insanlardan nefret eden biri oluyorsun. İnsan topluluğu bir zehir gibi ya da bulaşıcı hastalık gibi ve ben bu dört yıl, her şeyden çok bu dayanılmaz işkenceden acı çektim. Öyle anlar oldu ki, günahsız ya da suçlu rastladığım herkesten nefret ettim ve onları, hayatımı çalan ve bunun cezasını çekmeyen haydutlar olarak gördüm.
Sabahın dördünde gelip Dostoyevski'yi uyandırdılar, bir şahaser yazmış olduğunu söyleyip kutladılar. Nekrasov bunlan Belinski'ye verirken,
"yeni bir Gogol doğdu" diyordu. Üç gün sonra Dostoyevski Belinski'ye tanıştınldı. "Anlıyor musun?" diye bağırdı Belinski, "yazdığın şeyin ne olduğu-
nu anlıyor musun? .. Yirmi yaşındayken bunu anlaman olanaksız." Ve karşısındaki mutlu, şaşkınlıktan ağzı açık kalmış genç
yazara eserinin önemini anlatmaya başladı. "Ben gerçekten bu kadar büyük müyüm?"; Dostoyevski kendisine böyle soruyordu ve otuz yıl sonra, bu sahneyi hayatının "en mutlu, en büyüleyici anı" olarak nitelendiriyordu.