Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Günlük Gönderileri

Günlük kitaplarını, Günlük sözleri ve alıntılarını, Günlük yazarlarını, Günlük yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Eğer Hamit, gücünün nereye uzandığını kestirip de Finten’i, Eşber’i ve benzerlerini yazmak yoluna gitmeseydi, bugün, çok daha değişik bir üne kavuşmuş olabilirdi. Bu sözlerle Hamit’in güçsüz bir sanatçı olduğunu ileri sürmek istemiyorum. Makber’de olduğu gibi konunun üstesinden gelebildiği vakitler Hamit pırıl pırıl mısralar dizebilmiştir. Ama Eşber ve benzerleri öyle konulardır ki bir şairin bu konuları bütünüyle kavraması ve tökezlenmeden işleyebilmesi bir hayli imkansızdır.
Sayfa 40 - İstanbul, Yeditepe Yayınları, 1955
Antep, 16 Aralık 1954 André Maurois: Roman ortaya sorular atar, diyor, bu soruları yanıtlamaya yeltenmez. (Aynı görüşe Jean Marie Guyau'da da rastlayabilirsiniz.) Bana öyle geliyor ki, son yüzyılın politika yazarları eserlerini yalnız yanıtlarla, birtakım lüzumsuz ve can sıkıcı yanıtlarla doldurmaktadırlar. Akıllıca bir soru, temeli olan bir düşünce, pek küçük bir azlığın yazılarında ya var, ya yok. Çehov da bu konuda şöyle der: Ben at hırsızlarının sözünü ettiğim zaman, at çalmanın kötü bir şey olduğunu söylemeğe kalkmam. Bu, yargıçların işidir, benimki değil. Ama onlara, politika sanatçılarına sorun, yüzyılımız bir politika çağıdır diye kestirip atıverirler.
Reklam
Maraş, 4 Mayıs 1955 Ertesi gün, Maraş'ın ilkokullarını da dolaştım. Bunlar da yüreğimi biraz daha aydınlattı. Dahası var: İstiklal ilkokulunun önünden geçerken, bir sınıfta, öğretmenlerini sessiz ve hayran dinleyen öğrencileri de gördüm. İçimden: «Okuyun Maraş yavruları, yavru kurtlar! Atatürk, eşine yüzyıllar yüzyılı zor rastlayacağımıza benzeyen o adam, hayatta yol göstericilerin en gerçeği bilimdir demiş ya, okuyun. Biraz sonra ben de, Antep'e varınca, bavulumu açacak, Sait Faik'leri, Orhan Veli'leri, Haldun Taner'leri okumağa, tekrar tekrar okumağa başlayacağım, okuyun diye bağırasım bile geldi. Daha sonra, bir köy öğretmeni, Nabi Çalık'la da karşılaştım. Nabi Çalık: Aydınlar buraya gelmeli, toprağı avucuna almalı, sıkmalı, sıkmalı. diyor. Nahi Çalık! Bu, su katılmamış köy çocuğu beni iyiden iyiye duygulandırıyor. Otele dönüyorum. Otelin salonunda da Nuri Pakdil'i, beni bekler buluyorum.
Antep, 26 Temmuz 1954 İnsanlar, Sait Faik'in o Alemdağında Var Bir Yılan hikâyesinde olduğu gibi, her içlerinin çektiği şeyi ceplerine indirip götürebilselerdi ben de bu Antep yolundaki tabiat tablosunun bir parçasını koparır ta İstanbula, izmire kaçırırdım. Ah, insan bunu her vakit, her istediği şey için yapabilse! Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya adlı romanında bu meseleyi bir hål biçimine bağlamış gibidir. Gülme hapları, tabiat hapları insanlara gülmenin, tabiatı düşündürmenin, geceleyin kırda bir gezinti yapılmış gibi haz vermenin yollarını açmaktadır. Fakat çok şükür ki insanlık, daha o günlere ulaşmış değil! Ama bana öyle geliyor ki, büyük şehirlerimizin caddelerine "Tabiatı unutma", "Tabiat hayat demektir" yollu levhalar yerleştirmek insanlara zaman zaman tabiat içindeki durumlarını hatırlatmak bakımından yararlı olacaktır.
28 Mayıs 1954 Bir dere başında inip yemek çıkınlarımıza el atıyoruz. Rüzgâr yayla çiçeklerinin meneyişli, ebrulî ve mercansı kosusunu getirmektedir. Bu, bana Karac'oğlan'ı düşündürüyor. İncecik'ten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye Elifin uğru nakışlı Yavru balaban bakışlı Yayla çiçeği kokuşlu Kokar Elif Elif diye Yanımda, yere bağdaş kurmuş olan bir afşar delikanlısı, İncecik'in Elbistan köylerinden biri olduğunu, İncecik'li kızlardan çoğunun Elif diye anıldığını söylüyor. «Каrac'oğlan, diyor, bu dolaylarda uzun boylu kalmıştır.> Karac'oğlanım şiirindeki İncecik kelimesinin bir köy adı oluşunu öğrenişim beni ona daha da ısındırıyor. Şiiri, yeniden, içimden, hem de içercesine, içimden içercesine okuyorum.
11 Nisan 1954 Zannım o ki, hiçbir yazar, hiçbir yaratık yerden bitme, yoktan varolma fikirleri bulunduğunu ileri sürmeğe heveslenmez. Gide, Duyuyorum demek ki varım derken,hiç şüphe yok Descartes'ın o ünlü, Düşünüyorum demek ki varım ilkesini biliyordu. Albert Camus isę Karşı koyuyoruz demek ki varız diye bağırmak için Descartes'a, Gide'e baş vurmuş olmalıdır. Kaldı ki, Dünya gazetesindeki bayın yazışına göre Valéry, Baudelaire ve Mallarmé de aynı suçla suçlandırılmaktadırlar.
Reklam
8 Nisan 1954 Toplumu yaşatmak, büyütmek ve eğitmek için ilkin toplumu sevmeliyiz. Toplumu sevmek de toplumu yapan insanları sevmekle olur. Şu var ki, «Biz insanları seviyoruz, biz topluma kul, köle oluruz» demek de yetmez. Bu sevgi ile birlikte, birtakım onurlu ve erdemli kişileri olur olmaz şeylerle kirletmeğe, bilim adamlarımızı aşağı görmeğe, Batıda yer etmiş bir sanata yöneldikleri, Batılı kafası taşıdıkları için sanatçılarımızı yermeğe hakkımız olmadığını da kabul etmeliyiz. Düzenli ve yaratıcı bir Türkiye istiyorsak, her şeyden önce bunu yapalım: Birbirimizi sevelim, birbirimize saygı gösterelim. Softalığa kaçmamış bir milliyetçilik de zaten bunu gerektirir. Ben milliyetçiyim, sen değilsin diyenlerin yurduyla da, yurdunun insanlarını sevmekle de bir ilgisi yoktur. Gerçek bir milliyetçi, aksi ispatlanmadıkça, karşısındaki her adamın, her Türkün, en azdan kendisi kadar, milliyetçi ve yurtsever olduğuna inanır
17 Ağustos 1952 Yazı işi bir eğitim işidir. Kişioğlu, kendini birtakım kurallardan, zorluklardan geçirmeden, iyi yazımın, dörtbaşı bayındır yazının üstesinden gelemez. Flaubert olsun; bütün büyük sanatçılar, sağlam ve oturaklı nesre, kendilerini bir sıkıya, bir düzene sokmakla varmışlardır. Flaubert, her gün, penceresinin önüne oturur, görüklerini yazarmış. Balzac da öyle. Balzac'ın, Tanrının günü, iki bin kelime yazmadan masasından kalktığını işiten olmamış.
12 Ağustos 1952 Köşeyi dönerken rastladığım, renk ve çizgiye boyanmış bir duvar afişi bana sadelik üzerinde durmak gerektiğini hatırlattı. Sanatın sadeliğe erişmesi, yani sanat eserinin her türlü süs ve yapmacıktan kaçınması, öyle kolayca elde edilebilecek şeylerden değil her halde, Buna sanatçı, uzun emeklerden, uzun ter dökmelerden sonra varabilir ancak. Bir ressama tablosunun pek sade olduğunu söylemişler. Siz de benim gibi tabloyu yüz kere bozup yeniden boyarsanız, böyle sade olur elbet. cevabını vermiş. Biz sadeliği çok başka türlü anlıyoruz. Çoğu defa, bir iki kalem veya fırça oynamasıyla elde edilen eseri sadelikle değerlendiriyoruz. Üstelik asıl sadeliğin birtakım uğraşmalar, didişmelerden sonra belirebileceğini söyliyenlere de kıs kıs gülmekten çekinmiyoruz
12 Nisan 1952 Günlük tutmak hoşuma gidiyor. Bu hevese, Delacroix'nm Günlük'ünden bazı parçalar çevirdiğim, 1948 yılında yakalandım galiba. O tarihten beri, arada bir içimi boşalttığım küçük bir defterim var. Ama bakıyorum da, defterimi pek boş bırakmış olu- suma üzülüyorum. Gerçi bu kısırlık, bu dolu dizgin at kos- turmaktan kaçış, yanılmalarımın da, o nispette, az olmasını sağlıyor. Ne var ki ben, Bu günlük benim bütün değişmelerimi gösterecek deyen Delacroix gibi, çelişmelere ve değişmelere yer veren bir günlüğüm olsun isterdim.
Reklam
19 Mart 1952 Değirmenine çekilip yazdığı mektuplar yüzünden Alphonse Daudet'ye <Güneyin bir üslüpçusu denildiğini bilirim. Üslûp, hiç şüphe yok, iyi yazar olmanın ilk adımıdır. Flaubert'i Flaubert, Proust'u Proust yapan elbet ki, deyiş özellikleridir ilkönce.
13 Ocak 1952 Tarık Buğra Milliyet'te yazdığı bir yazıda şöyle diyor: Sanata çelme takmak isteyenler birleşiyor da, sanatı sevdiklerini, sanat için çırpındıklarını söyleyenler birleşemiyor. Evet birleşemiyorlar, birleşemiyoruz. Sanatı hiçbirimiz gereğince sevmiyor, sanata hiçbirimiz gereğince saygı beslemiyoruz da ondan.
21 Kasım 1951 Windsor Dükünün anları! Bu açılmalar beni evvelce o olayların geçtiği günlerde olduğu gibi iyice sarstı. Hele Edward'ın <Kıral olarak üzerime düşen ağır sorumluluk yükünü taşıyabilmeme, sevdiğim kadının desteği olmaksızın imkân göremedim. tarzındaki sözleri bana insanoğlunun en dokunaklı iç dökmelerinden biri gibi göründü. Anlaşılmak! Sizi seven bir kadının yanı sıra geleceğe doğru güvenle bakmak! Ondokuzuncu yüzyıl Fransız ressamlarından Delacroix da günlüğünde bunun özlemini çekiyor.
14 Haziran 1950 Ben Pencerede Kadınlar şiirimi yazdığım zaman, tanıdığım bir profesör, bu kadar sarışına, esmere, hallice ve dilliceye nerede rastladığımı sormuştu. Aradan bunca zaman geçti, hâlâ bir kişi çıkıp da «Sen o şiirinde, halliceler, dilliceler, sütlücelerle ne güzel bir yapı örmüşsün. Yahut, sen halliceleri, dilliceleri hiç de iyi düşürememişsin. demedi. Demiyorlar. Onlar sanatın bu demek olacağını düşünmüyorlar. Biz sanatçılar da kalkmış, sanatın, kalabalıklara, yığınlara açılmasını savunup dururuz.
21 Mayıs 1950 Ama mademki kaybedilen, kaybedilmiştir, bu acıları eşelemek neye yarar? Gerçeği şu ki, benim perişanlığımda bir çile taşıyıcısına kazançtan lâf açmak, onu sarakaya almakla bir değil de nedir? Şu halde, gene yazılarıma, gene güneşin ayak basmadığı o yapmacık ülkeme dönüyorum. Masamın üzerinde defterim; pırıl, pırıl yontulmuş kalemim duruyor. Az sonra Ahmet Muhip'in, Behçet Necatigil'in bir şiirine dalar, bulutlara doğru uçmağa başlarım. Hele, çoktandır güzelliklerini unuttuğum, o akıl ve sağduyu gücümün topraklarına yeniden ulaşabilirsem, keyfime hiçbir türlü sınır yok demektir. Haydi iş başına! Hayattan başka bir hayat beni bekliyor.
45 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.