Önce şu gerçeği işkilsiz ve kuşkusuz ortaya koymak faydalı: Toplumcu ve ilericilerin "batılı" mantığı ve bilgisiyle yaptıkları bütün hesaplar adamakıllı fos çıkmıştır.
Fransa'da laique devletin televizyonu her pazar kiliselerden ayin yayımlar, üstelik bu ülkelerin hepsinde de scolastique eğitim yapan din okulları en yüksek derecelerine kadar serbesttirler ve hatta devlet tarafından da korunurlar.
Sözü, belki de hiç ummadığınız bir yere getireceğim: Bizim, Türkiye'nin her yanında herkesin Türkçe bilmemesinden ne türlü aşağılık duyguları çektiğimiz, malum! Bunun altında da işlerin "Batı'da çok başka türlü döndüğünü" sanmamız yatıyor besbelli. Batılı devlet ne demek: Din birliği, dil birliği, cart curt, falan filan ... Yok efendim yok. Eğer Kürt Kürtçe, Laz Lazca, Fellah Arapça konuşuyorsa, bu bizim hem şerefimiz hem suçumuz, ama onların hiçbir şeyi değil. Şerefimiz, demek ki on yüzyılı bulan bir Türk yaşantısına rağmen onları zorlamamışız, baskı altına almamışız dillerini unutturmak için; suçumuz, demek ki Türkçeyi onlara iletmesini öğretmesini bilememişiz, bütün "milliyetçilik" palavralarımıza rağmen! ... Amaç elbette herkesi Türkçe konuşturup yazdırıp okutmak olmalı, ama bölge dillerini unutturmak pahasına değil. Zira bu diller de bu toprağın zenginliği: Şarkıları, şiirleri, ağıtları ve küfürleriyle.
Öyle ya, Türk ozanının uygarlaşmak için sözgelişi "sonnet"ye başvurup da, ulusal ve geleneksel biçimlerine bir gelişme yolu aramayı aşağılaması ne kadar da kompradorların din değiştirmelerine benziyor. Çinhindi'nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikanlaşmak için nasıl birtakım Kolu'lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeye uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatının imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık batılı oldum diye övün!
- “Cumhuriyetin ilk kuşaklarından itibaren, Türkiye’de bir Arap düşmanlığı almış yürümüştür. Temeli de aynı: Birinci Dünya Savaşı sırasında Lawrence’nin dağıttığı altınlar, bunlara satılıp Osmanlı’yı çöl savaşında arkasından hançerleyen Arap şeyhleri! Bunda hiç kuşkusuz gerçek bir yan bulunuyordu, bulunuyordu ama, İngiliz emperyalizminin bölgedeki petrol çıkarlarını güven altında tutmak için Türklerle Araplar arasında sürekli bir düşmanlığı körüklemenin ne kadar yararlı olacağı da açıktı. Bunu ne zaman anladım bilir misiniz, İkinci Dünya Savaşından sonra, ilk tanışmak olanağını bulduğum Mısırlı aydın solcular, bana Türkiye’nin Araplara ihanetinden söz ettikleri zaman! Aaa, adamlar bizim onlara yakıştırdığımız kusurların aynını, bizde buluyorlardı; onları yalnız bırakmışız, terk etmişiz, batılı olmuşuz, gâvur olmuşuz filân!
Demek tavşana kaç tazıya tut politikasıyla, emperyalizm amacını bir güzel gerçekleştiriyordu...”
Eğer bana ilkokuldan başlayarak emperyalistlere karşı doğu ülkelerinin ilk kurtuluş savaşlarından birisini verdiğimiz, öteki mazlum milletlerin kurtuluşu için de savaştığımız öğretilse, ülkemiz geleceğinin gerçek üretici olan köylünün elinde olduğu, endüstrileşmenin bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı tek kurtuluş dayanağımız olduğu belirtilse, acaba sosyalizm babalarına o kadar heyecanla sarılır mıydım?