Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

İrfan Bahçesi

Necdet Tosun

İrfan Bahçesi Sözleri ve Alıntıları

İrfan Bahçesi sözleri ve alıntılarını, İrfan Bahçesi kitap alıntılarını, İrfan Bahçesi en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Her din gibi İslâmiyet'in de bazı emir ve yasakları vardır. Dinin hukûkî yönü olan bu kuralları fıkıh ve ilmihal kitaplarından öğreniriz. Ancak din, sadece kural ve kâidelerden ibaret değildir. Onun bir de duygu ve gönül boyutu vardır. Allah ve peygamber sevgisi, ibâdetleri huşû, aşk ve zevk ile edâ etmek, güzel ahlâk sahibi olmak gibi konular fıkıh kitaplarında bulunmaz. Dinin bu manevî boyutu tasavvufun konusudur.
Sâmî Efendi'nin bağlılarından ve sevenlerinden Bandırmalı Nazım Yüzbaşı Efendi şöyle anlatmıştır: 1974 yılındaki Kıbrıs savaşının akabinde halı-kumaş ticaretiyle uğraşıyordum. Bandırma'dan İstanbul'a halı satın almak için gitmiştim. Mahmûd Sâmî Efendi'nin İstanbul Erenköy'deki evinde sohbet yapılacağını duydum ve bir vesileyle iştirak ettim. Sohbet için girdiğimde Bursa müftüsü ile Kayseri'den Cemil amca isminde meczub bir zât gibi birkaç kişi daha eveoradaydı. Sâmî Efendi hazretleri sohbete başlamadan önce Kayserili Cemil amca Sâmî Efendi'ye: “Efendim, Kıbrıs harbi nasıl oldu, anlatıverseniz, bizim zâhirî kuvvetlerimiz bu Kıbrıs harbini kazanabilir miydi?” dedi. Sâmî Efendi sükût edip konuşmadılar, sohbete başlamak istiyorlardı. Cemil amca tekrar: “Efendim, mânevî âlemden yardım gelmese bizim zâhirî kuvvetlerimiz bu savaşı kazanabilir miydi?” dedi. Sâmî Efendi yine sükût edip bu konuda bir şey söylemeyince Cemil amca: “Efendim, Allah aşkına söyleyin, bu savaşta mânevîyat erleri destek vermedi mi, onlara bütün emirler de sizden çıkmadı mı, manen komutan siz değil miydiniz, söyleyin de bu kardeşler biliversin” deyince, Sâmî Efendi mahcûbiyetinden kızardı, oradaki hâfıza: “Bir aşır okuyalım” buyurdu sohbeti başlamadan bitirmiş oldu.
Reklam
Hz. Ali: “Ben, Allah Rasûlünden benden başkasının bilmediği yetmiş bâb (bölüm) ilim öğrendim” demiştir.
Heysemî, Mecma‘uz’-zevâid, IX, 113; Ebû Nu‘âym Isfahânî, Hılyetü’l-evliyâ, Beyrut 1967, I, 68; Serrâc Tûsî, el-Lüma‘, s. 38.
Sûfîler için “ölmeden önce ölmek” diye bir kavram daha vardır. O da nefsin hased, kibir, riyâ, dünya sevgisi gibi kötü ahlâkını öldürüp yok etmektir. Bu ahlâkî arınmayı başarabilen kişilerin rûhları nefslerine gâlip gelip dünyada iken hürriyete kavuşur, dünyevî bağlardan sıyrılır. Hz. Mevlânâ, Mesnevî isimli eserinde bunu “Papağan ve Tüccar" hikâyesi ile anlatır.
Alvarlı Efe’nin Millî Mücâdeledeki Rolü:
Nakşbendî şeyhi Hâlid-i Bağdâdî’nin mürid ve halifesi olan Tâhâ el-Hakkârî’nin halifelerinden biri Muhammed Küfrevî, Bitlisli idi. Kendisinden sonra Alvarlı Efe lakaplı Muhammed Lutfî Efendi (ö. 1956) şeyh olmuştur. Erzurum yakınlarındaki Yavi’de imamlık yapan Alvarlı Efe, 1916’da Ruslar’ın Erzurum çevresini işgali akabinde katliâma girişen Ermeniler’e karşı altmış kişilik bir askerî birlik ile mücâdele etti. Erzurum işgalden kurtulunca Alvar’a yerleşen Alvarlı Efe 1956’da burada vefât etmiş, şiirleri Hulâsatü’l-hakâyık adıyla derlenip neşredilmiştir (İstanbul 1974)
Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’e Ebû Zer Gıfârî’nin: “Bana göre fakirlik zenginlikten, hastalık sıhhatten daha iyidir” sözünü sordular. Şöyle dedi: “Allah Ebû Zer’e rahmet eylesin, fakat benim sözüm şudur: Bir kimse Allah Teâlâ’nın tercihindeki güzelliği görürse, Onun kendisi için yaptığı tercihten başkasını temennî etmez.”
Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb, s. 269.
Reklam
Nakşbendîler’in bid‘at ve hurâfelere karşı hassas olduğunu bilen İbn Hacer Heytemî (ö. 974/1567) bu tarîkatı “Câhil sûfîlerin bulanıklıklarından uzak olan tarîkat-ı aliyye” şeklinde vasfetmiştir.
İstikâmet ehli sûfîlerin bu konudaki yaklaşımı şudur: “Cenâb-ı Hak bazen kuluna perdeleri açar, fersah fersah uzakları gösterir, bazen de perdeyi kapatır, o kul önündeki taşı göremeyip takılır, düşer.”
Yanlış anlaşılan bir diğer konu “tasavvufî eğitimin zorunluluğu” meselesidir. Her Müslüman ibâdetlerini ihlâs ve huşû ile edâ etmek, nefsindeki kötü huyları temizlemek (tezkiye), gönlündeki Allah ve peygamber sevgisi tohumunu geliştirmekle mükelleftir. Ancak bunları yapmak için mutlaka bir tasavvuf yoluna (tarîkata) girmesi gerektiğini söylemek
İmâm-ı Rabbânî tasavvufta yanlış anlaşılan bazı konulara da açıklık getirmiştir. Vahdet-i vücûd düşüncesinin tasavvufta bir mertebe olduğunu ifâde eden İmâm-ı Rabbânî, onun aşılarak vahdet-i şuhûd mertebesine, oradan da abdiyyet makâmına ulaşılması gerektiğini söylemiştir. Bu konuyu Güneş ve yıldızlar örneği ile şöyle anlatır: Gündüz Güneş doğunca yıldızlar görünmez hâle gelir. Bu esnâda bir kimsenin “Gökyüzünde yıldız yok, sadece Güneş var” (ya da yıldızlar hayâl ve Güneş’ten farklı değil) demesi ve böyle inanması vahdet-i vücûd ehlinin hâline örnektir, ilme’l-yakîn mertebesidir. Yani Sirhindî’ye göre, vahdet-i vücûd bir algı yanılmasıdır. “Gökyüzünde Güneş’ten başka bir şey göremiyorum, ancak bu durum yıldızların olmadığı anlamına gelmez, yıldızlar vardır ancak Güneş’in yoğun ışığı sebebiyle örtülmüş, görünmez hâle gelmişlerdir” diye düşünen kişi ise vahdet-i şuhûd ehlinin hâline örnektir, ayne’l-yakîn mertebesidir. Eğer bu kişinin görüşü güçlenir ve Güneş ile yıldızları ayrı ayrı görebilirse bu, diğer ikisinden daha yüksek bir mertebe olan hakka’l-yakîn (abdiyyet: kulluk) mertebesidir.
Ahmed Sirhindî, Mektûbât, I, 111-112 (no: 43)
Reklam
İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1725) Kitâbü’n-Netîce’de şöyle der: “Hattâ ba‘zı sâlikler, şeytânı beyne’s-semâi ve’l-arz serîr üzerinde görüp Hak Teâlâ olmak üzere zanneyleyip tarîk-ı Hak’dan hâric olurlar. Pes, böyle mevâzı‘da mürşid-i kâmil veyâ ilm-i nâfi‘-i şâmil veyâ ta‘rîf-i gaybî gerektir, tâ ki ol berzahdan halâs ola ve şeytânı gördükde Hakk’ı gördüm demeye. Zîrâ, bu i‘tikâda düşmekte mefâsid-i azîme vardır ki, şeytân sâliki bir tarîk ile bend ettikten sonra sûret-i Hak’da çok bâtıl ibrâz eder ve bu vartada kalanlar ve vehm ve hayâle tâbi‘ olanlar bî-haddir ve müteyakkız olup rucû‘ edenler nâdirdir. Belki ekseri çengâl-i şeytâna muallak olup kalmıştır.”[102] Yani bazı dervişler, şeytanı gök ile yer arasında bir sedir üzerinde görüp Hak Teâlâ zannederler ve Hak yolundan çıkarlar… Şeytan dervişi bir yol ile bağladıktan sonra, ona doğru diye birçok yanlış ve bâtılı gösterir. Bu tehlike içinde kalan, vehim ve hayâlin peşinden giden çoktur. Uyanıp doğru yola dönenler nâdirdir. Çoğu şeytanın çengelinde asılıp kalmıştır.
Zikrin sayısını saymak maksadıyla kullanılan ve “tesbih” adı verilen âletler de bid’at değildir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir defasında eşi Safiyye’nin yanına girdiğinde onun bir öbek çakıl taşı ile sayarak tesbih ve zikir ile meşgul olduğunu görmüş, onu bundan men etmemiş, başka dua ve tesbihler de öğretmiştir.[109] Demek ki çakıl taşı veya hurma çekirdeği türü şeylerle sayarak zikretme olayını Hz. Peygamber görmüş ve sükût etmiştir. Hz. Peygamber’in görüp de sükût ettiği (sustuğu) olaylara “takrirî sünnet” denir. Tesbih âleti de takrirî sünnet türündendir. Çünkü söz konusu hadisi açıklayan âlimler, çakıl taşı veya hurma çekirdeğini öbek hâlindeyken saymak ile onları (veya benzeri boncukları) ipe dizip tesbih âleti yaparak zikretmek arasında fark olmadığı kanaatindedirler.
Hâcegân tarîkatının kurucusu Abdülhâlik Gucdüvânî hazretleri müridine tavsiyelerde bulunurken: “Fıkıh ve hadis ilmini öğren, câhil sûfîlerden uzak dur, sermayen fıkıh kitapları olsun” demiştir.
Tasavvufî eserlerde “tecellî” kelimesi iki anlamda kullanılmaktadır. Birincisi “Allah’ın farklı yollarla varlığını göstermesi ve izhâr etmesi”; ikincisi ise “sûfînin kalbine gaybdan bazı bilgilerin gelmesi” anlamındadır.
Sayfa 94
Bizim zaman anlayışımız ile öteki âlemdeki zaman anlayışının farklı olduğunu ifade etmek için Kur’ân-ı Kerim’de: “Rabbinin katında bir gün, sizin saydığınız bin sene gibidir” (Hac, 22/47) buyurulmuştur.
Sayfa 132
57 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.