Çocukken gece uyuyamadığımda geceyi dinlerdim, sonsuz sessizlik vagonlarının altında ezilmemek için; bu, gecenin sesi derdim. Belki de ezildim, bilemiyorum ama gecenin içinde sağır eden bir ağırlık yok mu gerçekten de? Bizim dışımızda kalan tüm boşluklarıyla varlığın tümleyeni sayılmaz mı? Sessizliğin oyuklarından fırlayan insan, sesiyle varlığı arzular bazen de sesini örterek dudakların ardında ilk oyun alanına dönmeyi. Paul Celan savaşın hemen ardından Bükreş'te, bir Nazi roplama kampında ölen ailesinin katillerin diliyle yazmaması gerektiğini savunarak onu bir Rumen şair olmaya ikna etmeye çabalayan dostlarına basitçe şu cevabı verir: "İnsan sadece anadilinde hakikatı söyleyebilir. Yabancı bir dilde şair yalan söyler." Bu ilk dil, anadilimiz ebeveynlerimizden öğrendiğimiz dil mi yoksa zihnimizde berraklaşan ilk şey mi, nedir o şey, sözcüklerden, dilbilgisinden azade midir? Kendimizi sözcüklerle tanımlarız, seçtiğimiz biçimler bütünüyüz belki de. Peki ya sözcüklerin tasavvurunun ötesine geçmek mümkün mü, ya da böyle bir isteğin olanağı, olasılığı var mı? Pierrre Hadot Wittgenstein ve Dilin Sınırları eserinde, "Eğer, tıpkı dünyanın içinde olduğumuz gibi, dilin içinde isek, ifade edilemeyen, dilin sınırlarının ve dünyanın sınırlarının ötesine tekabül eder.", der. Sınırların ötesinde sözü sessizlik almalı belki de.