Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dini Düşüncesi

İbrahim Bayram

En Beğenilen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dini Düşüncesi Sözleri ve Alıntıları

En Beğenilen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dini Düşüncesi sözleri ve alıntılarını, en beğenilen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dini Düşüncesi kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Mustafa Sabri’ye göre Ehl-i Sünnet, İslâmî inançları kalben tasdik edip dil ile onayladıktan sonra işlenilen büyük günahların kişiyi imandan çıkarmayacağını savunmuş; Mu'tezile ve Hâriciyye ise bu konuda farklı bir düşünce geliştirmişlerdir. Reformist düşünceye sahip kimi yazarlar da, amelî eksikliklerin imana zarar vermemesini eleştirmek ve -kendilerince-amelin derecesini yükseltmek için inancı aşağı seviyeye çekmeye çalışmışlardır. Bu düşüncenin temelinde, ibadeti bir tarafa atıp, bütün iyilik ve faziletleri içinde toplayan ahlâkî bir yapı oluşturma gayretleri bulunmaktadır. Ancak bu yaklaşım, dine sadece dünyevî açıdan inanmak gibi yanlış bir anlayışı beraberinde getirecektir. Bu düşüncede ahlâk ve oradan hareketle dünyevî gelişme esas alınmakta ve âdeta “dinin aslı yoktur, fakat ahlâkî müeyyide sağlayabilmek ve onun kuvvetinden faydalanabilmek için aslı varmış gibi davranmak gerekir” tarzında bir anlayış geliştirilmektedir.526 Mustafa Sabri’nin kanaatine göre, bu anlayışı benimseyen kişilerin görüşlerinden, “amelsiz iman bir işe yaramaz, kelâmcılar bu düşünceyi yeterince göz önünde bulundurmadıkları için İslâm’ı âdeta farazî bir şeriat derekesine düşürmüşlerdir” şeklinde bir yorum çıkarmak mümkündür. Bu fikirler, insan hissini okşar gibi gözükse de, ilmî bir temele dayanmamaktadır. İslâm’da ilk vazife onun ahkâmını kabul etmek ve onu hak ve hakikat olarak tanımaktır. Amel de çok önemli olmakla birlikte, bu esasa nispetle ikinci konumda kalır. Ancak, onun önemi her zaman için bâkidir. Ameller Ehl-i Sünnet inancında hem dünyevî hem de uhrevî olarak sahip oldukları önemi korurlar.
Mustafa Sabri, bilgiyle bağlantılı olarak, idrâkin ne olduğu, bu idrâkin bilginin kaynağı olup olmadığı ve bu bilginin nasıl gerçekleştiği gibi konulara da temas eder. Öncelikle mânevî bir şey olan akıl ve idrâkin farklı bir cins olan maddeyle birleşmesinin söz konusu olamayacağı düşüncesiyle, âlemin, insanın ona dair zihnî süretlerinden ibaret olduğu gibi bir anlayışa kapılmak doğru değildir. Burada şüpheci bir tavır içerisine girilmemelidir. Kâinâtın hâricî varlığına mutlak bir şekilde inanılması gerekir. Insanların gördüğü veya dokunduğu şeylerin varlığı kabul edilmelidir. Ancak görülen ve dokunulan şeylerin eşyanın kendisi değil zihni suretleri olduğu da bilinmelidir. Yani duyular vasıtasıyla gerçekleşen idrak tıpkı duyu vasıtası olmaksızın gerçekleşen idrak gibi bu eşyanın suretine taalluk eder. Zira iki durumda da idrak eden, dış dünyayla bağı olmayan akıldır.19 Kendi özünde kör ve bilinçsiz olan duyu organlarının gördüklerini tefsir etmesini ve idrâke dönüştürmesini sağlayan akıldır.
Reklam
Mustafa Sabri’ye göre yakîn bildirme hususunda ilim; bedîhî, burhânî ve tecrübî olmak üzere derecelendirilir. Bedihî ve burhânî bilgi kesinlik bildirirken; tecrübî ilim bir kesinlik ortaya koymaz. Bedihî bilgi, insan aklının inkişâfı ile ortaya çıkar, bir istidlale ihtiyaç duymaz ve sayısı çok azdır. Burhânî bilgi, bir tefekküre baglı olarak aklî burhânla ortaya çıkar. Bu bilgiye ulaşma derecesi kişiden kişiye göre artıp çoğalır. Tecrübî bilgi ise, tecrübe sonucu doğan ve şahıslara bağlı olarak niceliği değişebilen bir bilgidir.10 Burhânî bilginin oluşturduğu kesinlik, his ve tecrübenin sağladığı bilginin kesinliğinden daha kuvvetli ve bedîhî bilginin derecesine daha yakındır. Zira burhânî bilgi, tecrübî bilginin hiçbir zaman ulaşamayacağı zarüret derecesine daha yakın bir konumdadır.11 Kesin bilgiye ulaşmak mümkün olduğuna göre bu katîliği reddeden görüşler yanlıştır. Örneğin Friedrich Hegel’in (ö. 1831) felsefesi doğrultusunda, caiz olmayanı caiz kabul etmek, çelişmezlik ilkesini ortadan kaldırmak, muhal ve vâcib kavramını reddederek her şeyin mümkün olduğunu dile getirmek ve ilmin mutlak hakikat peşinde olmayıp iki ihtimalden her birine kanaat getirebileceğini savunmak doğru değildir. Bu düşünce, mutlak hakikate ulaşmanın muhal olduğu ve zâten insanın da buna ihtiyaç duymadığı gibi bir anlamı beraberinde getirir.12
Mustafa Sabri’ye göre türler arasında gerçekleşen evrimin, ne başlangıç ne de sonraki aşamada Allah’ın irâdesine ihtiyaç duyma. dan tabiî bir yolla gerçekleştiğini savunanlar oldugu gibi, Darwin'in Allah’ın varlığını nefyetmediği görüşünden hareketle, evrimin Allah’ın irâdesine bağlı olarak gelişebilecegini savunanlar da bulunmaktadır. Darwin’in görüşü hangisi olursa olsun onun savunduğu evrim teorisi, deneye dayalı ilmî bir görüş olamaz. O sadece bir faraziye ve tahminden ibarettir. Yerin altindan çıkarılan ve iki nev‘ arasında ara tür olduğu iddia edilen şey, onların birbirinden çoğaldığının aynî (tecrübeye dayalı) ispatı olamayacağı gibi, bu ara tür, söz konusu çoğalmanın (evrimin) bir aracı olarak da kabul edilemez. Zira aracı olduğu iddia edilen bu ara formla o iki şeyin ayrı türler olarak yaratılmış olması da mümkündür. Türlerin birbirinden doğması hissî ve aynî olarak müşâhede edilebilecek bir şey değildir. Iki benzer şey arasında bir yakınlık (bağlantı) olduğunu ortaya koyan ne kadar aracı form (ara halka) olursa olsun, benzerlikten hareketle bu tecrübe, mahsüs olan (varlığı müşâhedeyle ortaya konulan) bir şeyin mahsüs olmayan (gerçekte ne olduğu aynî olarak bilinmeyen) bir şeyden türediğini iddia edemez. Şayet böyle bir şeye girişilirse, aşılmaması gereken tecrübe sınırı aşılıp çiğnenmiş olur.267
Alemdeki her mevcüd, ya bir mücide ihtiyaç duymadan kendiliğinden veya onun bir mücidi o mücidinin de başka bir mücidi şeklindeki bir teselsül üzerinden var olacak; ya da kendisi bir mücide ihtiyaç duymayan bir mücid tarafından var edilecektir. Bir mücide ihtiyaç duymayan şey, vâcibü’l-vücüd olmalı ve yokluğu kabul etmemelidir. Halbuki madde ve süretten oluşmuş tüm cüzleriyle birlikte âlemin yokluğunu kabul etmeye mâni bir durum olmadığı için âlem, vâcibü’l-vücüd olamaz. Böyle olmadığı halde onun varlığını kendiliğinden var olmasına bağlamak, tenâkuz içeren “tercih bilâ müreccih” durumuna sebep olur. Bu yüzden de birinci seçenek bâtıldır. Ikinci ihtimal ise mantıken bâtıl olan teselsülü gerektireceğinden o da doğru olamaz. Dolayısıyla geçerli sebep olarak geriye sadece üçüncü şık kalır. Buna göre âlem varlığını, vücüdu zorunlu olan bir varlığa bağlı olarak kazanmıştır.42 Mustafa Sabri, âlemin varlık kazanması yönünde bir tercihte bulunan varlığın (müreccihin) var olmak için başka bir mevcüdun varlığına ihtiyaç duymaması gerektiğini belirtmektedir. Zira bir muhtacın başka bir muhtaca dayanması akla ve mantığa aykırıdır. Bu en yüce mevcüd olan varlık, bir müreccihten müstağnîdir. Akıl, gözle görülmese de O’nun varlığına hükmetmek mecburiyetindedir. Hatta akıl buna, mahsüsât alanına giren şeylerden bile daha kuvvetli şekilde hükmeder. Zira onlar da varlıklarını, O’na borçludur. Mümkünün varlıktan yokluğa, yokluktan varlığa geçişi hiçbir aklî muhallik oluşturmazken, Vâcibu’l-vücüd varlık olmaksızın mevcüd âlemin varlık alanına çıkması bir tenâkuz doğurur.43
Allah’ın tecrübeyle ispat edilememesini, O’nun varlığının bir eksikligi olarak sunmak ve buradan hareketle de O’nun ilmî yolla ispat olunamayacağının iddia etmek doğru değildir. Öncelikle ilimdeki tek ispat yolu tecrübe değildir. Allah’ın kendisiyle ispat edildiği akıl, diğer ispat yolu olan his ve tecrübeden çok daha kuvvetlidir. Öyle ki, tecrübe de akıl sayesinde bir değer ifade eder.6 Büyük ihtimalle Batılı ilâhiyatçıları, “Allah’ın varlığının ilmî bir mesele olmadığı” şeklindeki yanlış düşünceye iten şey, onların Allah’ın zâtını ve şahsını görmede tecrübeden yararlanamıyor olmalarıdır. Ama bilinmelidir ki onlar bunu gerçekleştirseler de, gereken sonuç yine almamayacaktır. Zira onların aradığı varlık, Vâcibü’l-vücüd olamaz. Kaldı ki Allah’ı inkar edenlerle O’nun varlığına inanan ilâhiyatçılar arasındaki mesele, Allah’ın zâtını tayin değil, O’nun varlığı meselesidir. Aslında tecrübe de her ne kadar teleskop veya mikroskopla Allah’ın varlığını tesbit etmese de, O’nun varlığından haber vermekte ve en güzel şekilde bu varlığın ispatını yapmaktadır. Eğer bu âletlerle aranamadığı için O, tecrübe dışı addediliyorsa, yanlışlık meselenin tayin biçiminde aranmalıdır. Böyle bir yaklaşım, Allah’ın mekânını gökyüzünde arayan Firavun’un yaklaşımıdır.
Reklam
38 öğeden 21 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.