Kültürleri özgün kılan şey, sorunlara getirdikleri kendilerine özgü çözümler ve bütün insanlar için genelde ortak olan değerleri farklı perspektiflere yerleştirmeleridir.
Kadının tam benzeri olan bir şey söz konusu olmadığı için, evlilik gelin verenler – gelin alanlar arasında daima hiyerarşi potansiyeli taşıyan bir ilişkidir (Levi- Strauss, 1949:78).
Hatırlanacağı gibi, "cinsiyet/toplumsal cinsiyet sistemi" kavramsallaştırmasının kendisi de biyolojik cinsiyet ikiliğini veri kabul ederek bu ikiliğin kültürel (toplumsal, ekonomik) olarak nasıl işlevselleştirildiğini konu ediyordu. Dolayısıyla, l980'lerin sonuna geldiğimizde feminist antropologların cinsiyetin kendisini problematize etmeleri, kritik önemde bir tartışma alanı açmaktadır diyebiliriz. Örneğin Atkinson ve Errington (1990) yazdıkları bir giriş yazısında, son derece basit ama toplumsal cinsiyet kavrayışını temelden değiştirecek bir soru sorar: Toplumsal olarak inşa edilmiş cinsiyet ile cinsiyetin toplumsal olarak inşa edilmesi arasındaki fark nedir?
"Ortadoğulu kadınlar" ya da "Müslüman kadınlar"ın popüler feminist tartışmaların konusu (ve elbette tarafı) olduklarını biliyoruz. Bu konuda Deniz Kandiyoti'nin (1997) bir eleştirisini hatırlamak uygun olur: "Müslüman toplumlardaki kadınlara ilişkin çalışmalar, devletin rolünü ve İslam'ın konumunun ne ölçüde devlet politikaları tarafından belirlendiğini gözardı etme eğilimindedir." Aslında Ortadoğulu (ya da Müslüman) kadınlara ve bu kadınların içinde yaşadıkları kültürlere ilişkin tartışmalar, Abu-Lughod'un bizi uyardığı gibi, kültürleri (burada "Ortadoğu kültürü" ya da "İslami kültür") homojen, kendi içinde tutarlı ve zaman dışı gerçeklikler olarak ele almanın örnekleri olarak da düşünülebilir.
"Kutsal ölüler", yani usulüne uygun şekilde gömülmüş ve onurlandırılmış ölülerdir.
Hayaletler ise ihmal edilmiş ve mezarı olmadan kötü niyetli ruhlar olmaya mahkûm edilmiş ölülerdir.
"Bedenin doğası diye bir sey yoktur, yere ve zamana göre değişen bedensel koşullar söz konusudur sadece...
Bedenin doğası olmadığı gibi insanın doğası ya da dünyanın doğası diye bir şey de yoktur. İnsan toplumları yaşadıkları evrene
anlam ve biçimini verirler.
İnsanın çevresi üstündeki eyleminin sınırları önce duygularının sınırlarıdır, daha sonra da objektif sınırlardır.
Sembolik sistem tümüyle etkinlik sistemidir, Belirli bir dönemde, belli bir topluluk ya da bir grup için ittifak ve eylem alanı olan doğa her zaman kültürel bir veriye dönüşür."
-David Le Breton, Acının Antropolojisi, Sel Yayınları, syf: 50-51