Hiçbir surette ne kan ne din bağı yok aralarında, yalnızca menfaat bağı. Peki, ama bu bağ insanı ateşe sürükleyecek kadar kuvvetli miydi?
Sayfa 97
Alpaslan üç gün askeriyle kaldı burada. Şu kilisenin onarılmış damını görüyor musun delikanlı? Onun yardımıyla oldu. Yıkıldı yıkılacak haline dayanamamış da, kilise de olsa mabeddir, harap halde görmek bizi üzer, diyerek dülgerlerini seferber edip, iki günde yeniletmiş.
Sayfa 123
Reklam
Malazgirt Savaşı Türkler tarafından kaybedilseydi bundan da aleyhimizde kesin bir sonuç doğamazdı. Çünkü Çağrı Beğ'le, Tuğrul Beğ tarafından Horasan'da temelleri atılan devlet o kadar sağlam ve kuvvetli idi ki, Malazgirt'i kaybetmekle Anadolu'yu almak emelinden asla vazgeçmez, her biri birer savaş Tanrısı olan o büyük başbuğlar idaresindeki Türkler bir bozgunla büyük ülkülerinden caymazlardı.
Bu geceler düşüncemi başka büyük geceye, 1071 senesi Ağustos'unun 26. gecesine götürüyor. Malazgirt'te bileğinin kuvvetiyle, dehasının zoruyla bize bu aziz vatanın kapılarını açan Alparslan'ı, muharebe emri vermeden evvel hangi kuvvetler ziyaret etti ve ona neler gösterdi? Üç kıtada genişleyecek yeni bir Roma'yı kurmak üzere olduğunu, talihini, avuçları içinde taşıdığı milleti, yeni bir tarih ve coğrafyanın emrine verdiğini, yeni bir terkibin doğmasına bir çınar gibi yetişip kök salmasına sebep olduğunu acaba hissetmiş miydi? Hiç tanımadığı dehalı çocuklar müstakbel zaferlerin kumandanları, henüz söylenmemiş şiirlerin şairleri, henüz yükselmemiş şaheser yapıların mimarları, henüz duyulmamış nağmelerin bestekârları etrafında henüz açmamış bir fecrin gülleri gibi dolaşmıyorlar mıydı? Gözlerinde Sultan Hanı'ndan, İnce Minare'den bir hayal yok muydu? Eğer yokduysa, bütün bunlardan habersiz, bu müjdeleri içinde konuşur bulmadan o büyük işi nasıl yaptı? Nasıl on senede Malazgirt'ten Akdeniz kıyılarına, bu toprağın tanımadığı ve tatmadığı bir ideali taşıdı? Fatih'in İstanbul fethinden evvelki uykusuzlukları, Bâkî'nin ve Nedim'in, Neşatî ve Nâilî'nin Sinan'la Hayreddin'in, Kasım'ın Itrî ile Dede'nin, Seyyit Nuh'la Tab'î Mustafa Efendinin ve daha yüzlerce onlara benzeyenlerin dehalarına yüklü bir kaderi kendisine taşımasından gelen bir sabırsızlıktan başka ne olabilir? Ve eğer o mübarek ağrı olmasaydı bütün bu eserler nasıl doğarlar, hangi mucize ile eski hayat ağacı yeni meyvalarla donanırdı?
"İnsan kaderinin büyük taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir. Baki'nin Fatih Camii'nde fakir bir müezzin olan babası, oğlunun Türkçe'yi kendi adına fethedeceğini, sözün ebedi saltanatını kuracağını; Nedim'in anası, Türkçe'nin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgarı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün ebediliğin köşesinde bir erguvan gibi kanayacağını biliyorlar mıydı? Bunun gibi, Malazgirt Ovası'nda döğüşen yiğitler, kılıçlarının havada çizdiği kavisin, bütün ufku dolduran nal şakırtılarının, Sinan'ın, Hayreddin'in, Itrî'nin, Dede'nin dünyalarına gebe olduğundan elbette habersizdiler. Kader, insan ruhu bir tarafını tamamlasın, yaratılışın büyük rüyalarından biri gerçekleşsin diye, onları bu ovaya göndermişti. Yaratıcı ruhun emrinde idiler, onun istediğini yaptılar."
"Milli bir gaflet içinde biz, kendi kendimizi yıkmaya çalışırken İran, kuruluşunun 2500 yıl dönümünü kutlamaya hazırlanıyor ve biz Malazgirt için üç beş milyon lira bulamazken onlar bir yıllık petrol gelirlerini, yani birkaç milyar lirayı bu işe ayırıyor."
Reklam
1.000 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.