ey kör!
aç gözünü de düşlerden uyan. simurg’u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. bırak dünyanın haritasını yapmayı! daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?
Maximilian o günlerde Goethe’nin Genç Werther’in Acıları’nı tekrar okumaya başladı. İlk gençliğinde bu romanı okuduğunda beğenmiş ama bu kitabın niçin gençler arasında bir intihar salgınına yol açtığını anlayamamıştı. Oysa şimdi anlıyordu. Demek ki romanın derin anlamını kavramak için sırılsıklam âşık olmak gerekiyordu.
Bazen yaşamın o kadar içini görebiliyorum ki birden doğrulup çevreme baktığımda kimsenin yanımda olmadığını, bana eşlik eden tek şeyin zaman olduğunu görüyorum.
Birbirinden kopuk, diğerlerinin neler yaşadığından habersiz ne çok insan vardı. Çeşitli amaçlar peşinde, çeşitli kaygılarla akıp gidiyordu hayat. Ama kimse kimsenin hikâyesini bilmiyordu.
“Geçer gider yeryüzünde
En güzel nimetler bile,
Zaman sınırlarını aşan düşüncelerimizle,
Yaptığımız etki düşünenlere
Bir tek o vardır, o kalır sonsuzluğa”
Bilgi birikiminin sınırlarında yeni modeller aramak büyüleyici ve heyecan vericiydi. Masaya oturup düşüncelerimi düzenlemeye çalışmak ve sonra da onları kağıda aktarmak ise tamamen farklı bir süreçti.
-Aramızdaki temel fark ne, biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun!”
-Peki, sen ne görüyorsun bakalım?
-İnsan, sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan.