Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Muzeyyen

Muzeyyen
@muzeyyyen
29 okur puanı
Aralık 2018 tarihinde katıldı
Gövde sağ iken ruhun ne olduğunu anlayamaz isek bu dünya yuvasından öbür dünyaya uçuşundan sonra gerçeği bulmak için arkasından zihin göndermek pek bosuna olur. Ruhsuz gövde nasıl eriyip gidiyorsa, gövdesiz ruh da bizim gibi beş duyularının yardımından başka yolla düşünemeyenler için anlamsız bir kelime olur.
Reklam
Insanoğullarından kimileri, varlıklarindan hemen haberli değil gibidirler. Hayvanla insan arasında bir hayat geçirirler. Yüce ruhlar ise kendilerinden haberlidirler. Bunlar dünya yaşamlarında olduğu gibi ölümden sonra da kişiliklerinin bütününü koruyarak evrenden evrene gidip gezerler ve gövdeden gövdeye girmekle olgunlaşma devirlerinin ardindan cevherlerini ve değerlerini artırırlar.
Binalar, insanlardan uzun yaşar. Tapusu kimde olursa olsun, her bina şehirdeki herkesindir. Çünkü manzaranın değişmez bir parçasıdır. İçinde barınmasan da, yapının yüzüne bakarsın. Somurtkan yapılar, şehir hayatının tadını kaçırır. İyi bir bina yaptığınızda evlatlarınıza, torunlarınıza ve de komşularınıza harika bir hediye sunmuş olursunuz? . Kötü bina yaparsanız, gelecek nesilleri de hasta eder, kronik depresyona sürüklerlersiniz. Eğitim kalitesini arttırmada, en az maliyetle en etkili sonuç okul binalarının ve bahçelerinin estetikleştirilmesiyle elde edilir. Bahçesi çölleşmiş, cezaevi benzeri okullarda öğretmenler şefkatli, öğrenciler mutlu olamaz. Bahçeler, dünyevi eserler olan binaların, cennetle bağını kurar.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Mimari, şehirde yaşayanların rollerini belirler, onları yönlendirir. Yozlaşmış bir yığın mıyız, bireylerden müteşekkil bir toplum mu? Bu, mimariye bakar. Herhangi bir kentin panoramik fotoğrafını inceleyerek, orada oturanların ekonomik, psikolojik, eğitimsel her türlü durumunu anlayabiliriz. Kentte meydan yoksa, demokrasi gelişmez. Kaldırımlar darsa, bireye saygı kıttır. Yapılar çok katlıysa, kanser yaygındır. Çünkü komşuluk ölmüştür.
İnsan bedeninin hiçbir uzvu ve işlevi, endüstrinin öngörüsünden kaçmıyordu. Gıdalar ya “hafifetilmiş” ya da görünmeyen maddelerle “takviyeli”ydi, vitaminler, omega 3’ler, lifler.
Reklam
Nesnelerin zamanlaması bizi içine çekiyor, durmadan iki ay evvelden yaşamaya zorluyordu. İnsanlar pazar günü ya da gece on bire kadar devam eden “müstesna alışveriş günleri”ne koşturuyor, sezon indirimlerinin ilk günü medya organlarına haber konusu oluyordu. “Avantajlardan yararlanmak”, “promosyonları kaçırmamak” tartışılmaz bir prensip, bir zaruretti. Alt katında hipermarketi ve koridorlar boyunca dizili mağazalarıyla alışveriş merkezleri, bıkmadan usanmadan nesneleri hayranlıkla seyretmenin, iri yapılı, kaslı güvenlik görevlilerinin koruması altında şiddetten azade, rahat, huzurlu keyif mekânları, varoluşun başlıca mekânı haline geliyordu. Büyükanneler torunlarını oraya götürüp yapay ışıklandırma altına yerleştirilmiş samanların üzerinde sergilenen keçileri, tavukları gösteriyordu; tavukların yerini ertesi gün Breton spesiyaliteleri ya da kolonyal tarihi anımsatarak Afrika sanatı adıyla pazarlanan seri imalat ürünü takılar ve heykelcikler alıyordu. Gençler, özellikle de başka herhangi bir toplumsal imtiyaz aracından umudu olmayanlar için, kişisel değerler giyim kuşam markalarına emanetti, L’Oréal, çünkü ben buna değerim. Bizlerse, tüketim toplumunun azılı karşıtları, kısa süreliğine de olsa yeni bir insan olma yanılsaması yaratan bir çift çizmeye duyduğumuz arzuya teslim oluyorduk, vaktiyle ilk güneş gözlüğüne, daha sonra bir mini eteğe, İspanyol paça pantolona tav olduğumuz gibi. Sahiplik duygusundan ziyade bu yenilenme hissiydi insanların Zara ve H&M reyonlarında peşine düştüğü, nesneleri zahmetsizce, çabucak elde etmek ekstra bir varoluş kazandırıyordu.
Artık birer yetişkin olan çocuklara bakarken, onları dinlerken zihnimizden bizi onlara bağlayanın ne olduğu geçiyor, ne kan ne de genler; sadece birlikte geçirilen binlerce günden, sözden, hareketten, yemekten, arabayla kat edilen yollardan, farkında olmadan iz bırakan sayısız deneyimden oluşan şimdiki zaman.
Onlara resmî olarak “göçmen kökenli gençler” deniyordu, gündelik hayattaysa Beur ve Black’in daha erdemli versiyonu, Araplar ve Siyahlar. Bilgi işlem uzmanı, sekreter ya da güvenlik görevlisi de olsalar, kendilerine Fransız demeleri, henüz hak etmedikleri bir şanı gasp ediyorlarmış gibi, alttan alta münasebetsizlik olarak görülüyordu.
Siyasetçiler televizyon kanallarında, müzik eşliğinde şaşaalı ve trajik etki uyandıran stüdyo programlarında boy gösteriyor, sorguya çekilmeyi kabullenmiş ve hakikatleri anlatıyormuş gibi yapıyorlardı. Hiç duraksamadan onca rakamı sayıp dökmelerini, hiçbir konuda teklememelerini görünce, insanın aklından ister istemez soruları önceden bildikleri geçiyordu.
Dünyada geçerli olan yeni varoluş biçimi “gevşeklik”ti, başkalarını takmamanın ve kendine güvenin karışımı spor ayakkabılarla “rahatlık” devri.
Reklam
Mesleğini daimî bir yetersizlik ve sahtekârlık olarak yaşıyor, günlüğüne “öğretmenlik içimi acıtıyor” yazmış. Yeni şeyler öğrenme ve deneme arzusuyla, enerjiyle dolu, yirmi iki yaşındayken yazdıkları geliyor aklına, “Yirmi beş yaşına geldiğimde kendime verdiğim sözü tutmazsam, bir roman yazmazsam, intihar ederim.” Daha o zamandan fazla durmuş oturmuş bir yola girdiği için ıskaladığını hissettiği Mayıs ‘68’in ne kadar payı var aklından atamadığı sorunun temelinde: “Başka türlü bir hayatta daha mutlu olur muydum?” Kendisini evlilik ve aile hayatının dışında düşünmeye başladı.
Görüntüleri çeken o, kocası yani. Kadın çocukları okuldan aldıktan sonra onlarla beraber alışveriş yapıp eve dönmüş. Film makarasının kutusundaki etikete bir başlık konmuş: Aile Hayatı ‘72-73. Filmleri çeken hep o. Kadın dergilerinin ölçütlerine göre, dışarıdan bakınca giderek sayıları çoğalan, otuz yaşında, aktif, kadınsılığını korumaya ve modaya uymaya özen gösteren, işiyle anneliği bağdaştıran kadınlar kategorisine dahil. Bir gün içinde gittiği yerleri (okul, Carrefour, kasap, temizleyici vb.), Mini Austin’le kat ettiği yolları (çocuk doktoru, büyüğün judo dersi, küçüğün çamur atölyesi, postane) alt alta koyup sıralarsak ve her işe (dersler, ödevlerin ve sınav kâğıtlarının okunması, sabah kahvaltısını ve çocukların kıyafetlerini hazırlama, çamaşırların yıkanması ve yerleştirilmesi, öğle yemeği, alışveriş – ekmek hariç, ekmeği iş çıkışı o getiriyor) harcadığı zamanı hesaplarsak şöyle bir manzara çıkıyor: ev içi ile ev dışı arasında, ücretli emek (2/3) ile çocukların eğitimi de dahil ev içi emek (1/3) arasında bariz eşitsiz bir paylaşım çok geniş bir yelpazede görevler çok sayıda, çok sık ticari mekânlara gidip gelme programlanmamış zamanın hemen hemen hiç olmaması. Bu hesaplama –ki o ne bir buluş ne de dönüşüm gerektiren bu zorunlulukları hızla yerine getirmekten adeta gurur duyarak böyle bir hesap yapmıyor– yeni ruh halini anlatmak için yetersiz kalır.
Aile içi anlar düşündüğü değil, hissettiği anlar. Gerçek düşünce diye kabul ettiği düşüncelerse yalnızken ya da çocuğu gezdirirken geliyor zihnine. Ona göre gerçek düşünceler insanların konuşma ve giyim tarzları, kaldırımların yüksekliğinin pusetler için uygun olup olmadığı, Jean Genet’nin Paravanlar’ının yasaklanması ya da Vietnam Savaşı üzerine kafa yormak değil, kendine dair meseleler üzerine, olmak ve sahip olmak, varoluş üzerine düşünmek. Bir anda gelip geçen, başkalarına ifade edilmesi imkânsız duyumları derinleştirmek; yazacak zamanı olsa –artık okuyacak zaman bile bulamıyor– kitabının malzemesini de bunlar oluştururdu. Günlüğüne çok nadir elini sürüyor, sanki aile çekirdeğinin birliğine karşı bir tehdit teşkil ediyormuş gibi, bir içsel dünyaya artık hakkı yokmuş gibi. Şöyle yazmış: “Artık hiçbir fikre sahip değilim. Hayatımı açıklamaya çalışmayı bıraktım” ve “tam bir küçük burjuva oldum çıktım.” Önceki amaçlarından saptığı, sadece maddiyatla uğraştığı hissine kapılıyor. “Bu sakin ve konforlu hayata yerleşip kalmaktan, farkına varmadan yaşayıp gitmekten korkuyorum.” Günlüğünde asla yer almayan şeylerin hepsinden vazgeçmeye hazır olmadığının bu tespiti yaparken bile farkında.
Zaman, mesai, kreş, banyo, çizgi film saati, cumartesi alışverişi arasında bölüştürülüp düzene sokuluyor, mekânsa giderek daralıyordu. Düzenin mutluluğunu keşfediyorduk. Kişisel projelerin –resim, müzik yapmak, yazmak– gitgide uzaklaştığını görmenin getirdiği melankoli, aile projesine katkıda bulunmanın tatminiyle telafi ediliyordu. Bizi bile hayrete düşüren bir hızla, hepimiz çok sıkı dokunmuş ve yerleşik minik hücreler oluşturuyor, genç çiftler ve yeni anne babalar kendi aramızda görüşüp birbirimizi davet ediyor; bekârları aylık faturalardan, Cici Mama konservelerinden, Dr. Spock’tan bihaber, olgunlaşmamış bir tür olarak görüyor, özgürce gezip tozmalarına belli belirsiz içerliyorduk.
İlkokul ya da ortaokul diploması almak bir hadiseydi, dereceye girenlerin isimleri gazetelerde yayımlanırdı. Başaramayanlar, daha o yaşta küçük düşmenin yükünün ne demek olduğunu tecrübe ederdi. Onlar kabiliyetli değildi. Dört bir tarafta atılan eğitime övgü nutukları, eğitimin ne kadar hasis bir şekilde pay edildiğinin de üzerini örtüyordu. Ortaokul yılları boyunca aynı sırayı paylaştığımız, sonrasında çıraklığa verilmiş ya da meslek kursuna kaydolmuş bir arkadaşımıza rastladığımızda durup da onunla konuşmak aklımızdan bile geçmezdi. Aynı şekilde, kış sporlarından yüksek sosyal konumunun nişanesi olan güneş yanığı tenle dönen noterin kızı da okul dışında bizim yüzümüze bakmazdı.
107 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.