Kendilerini bu denli yaratıcı ve yetiştirici birer baba, toplumun ahlakını temsil eden birer üst-ben olarak gören Tanzimat yazarları, kendi edebi babalarını, yani Divan Edebiyatı'ndan devraldıkları mirası nasıl görüyorlardı? Bu soruyu yanıtlarken beklemediğimiz bir durumla karşılaşıyoruz. Kültür, dünya görüşü ve algılama biçimlerinde eski metinlere sadık kalmış olan Tanzimat, sıra edebiyata gelince oldukça eleştirel, hatta -ne kadar başarılı oldukları bir yana bırakılabilirse- öncüdür. Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, ,Recaizade Ekrem, hepsi dilin sadeleşmesinden yanadır. Çekinceleri vardır; ama bunlar biçimde değil, içeriktedir. İçeriği ahlak normlarını tehdit etmedikçe, bildirisi ahlakı oldukça, yeni türleri denemekte hem kendileri heveslidir, hem de başkalarını teşvik ederler. Namık Kemal, Divan Edebiyatı'nı eleştirirken, çok şaşırtıcı bir benzetme kullanır: yalnızca süsten ibaret olan biçimiyle Divan şiiri ancak "Hristiyan mevtaları gibi güzel giyinmiş bir cenazeye" benzeyebilir. Bu benzetmedeki yabancılaştırıcı öğe, yalnızca "ölü" değil, "Hristiyan" ölüdür. Sami Paşazade Sezai, "fıdan-ı fikirden hasıl olan boşlukları bir bakıma zengin cümleler, parlak kelimelerle kapamağa çalışmak bir uçurumu çiçeklerle doldurmaya benzer" der.