Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.
İnsanın zamandan sevgilisinin geçmişini geri isteyesi geliyor, onun çocuk yüzünü, her yaştaki yüzünü görmüş, küçük bir kızken onu bağrına basmış olmayı, kendi kollarında büyüdüğünü görmeyi istiyor, o daha hiç kimseye sevgi göstermeden, ona dokunmadan, onu görmeden. İnsan onun geçmişini, sizden önce başkalarına verilmiş her şeyi kıskanıyor, kalbinde uyanan en ufak bir duyguyu, ağzından çıkan ve sizden önce başkalarının işittiği en ufak sözleri kıskanıyor. İçinde bulunulan zaman yetmiyor; bütün geçmiş de, bütün gelecek de buna katılsın isteniyor. İşte şimdi vardığımız noktada el ele, dudak dudağa, sarmaş dolaş haldeyiz, insan birbirinin her yerine aynı anda ve çok daha keskin duyularla dokunabilsin, tek bir varlık olsun, birbiri içinde eriyip gitsin istiyor.
Bu vadi, her unutuşun, sağırlığın, dilsizliğin, hayranlığın ta kendisidir.
Kim bu külli denizde kaybolursa, kaybolur; ama huzura, istirahate de erer.
Zaten gönül bu huzur denizinde kaybolup yok olmadan başka bir şey elde edemez!
Gerçi etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı bir zevk duymaya başladıklarını biliyordum…
O karanlık odada hüzün dolu saatler geçirmiştim, kişinin kendisiyle baş başa kaldığı kaçınması olanaksız saatlerdi bunlar, vicdan azabıyla, geçmişin iç parçalayan pişmanlıklarıyla dolu.