"El-Emin hayâ dolu. Vakar dolu ve dahi güven dolu. İpek yumağı saçlarında hep aynı ışıltı var. Ak ellerini kaldırıp indirdikçe gül kokulu rüzgârı çevreye yayılıyor.
El-Emin; hayâ denizi... Keşfedilmemiş hazine... Sözleri tane tane... Konuşması Haşmet, susması vakar dolu."
Boyu tuba ağacı gibi uzundu, Yusuf güzellik göğünde dolunaydı sanki. Kâbe gibi kara giysiler giyer, omzuna tan yeri gibi ak şallar alırdı. Kıyamet koparıyordu boyunun güzelliği; güzelliğiyle gördüğü ilgide terazinin iki kefesi gibi orantılıydı. Güzelliğinin güneşi cayır cayır, boyu uzun, saçları güzelden de öte. İnsanlar yaratıldığından beri bu
"Zahirde iki karşı cenahta kalmış olsak da biz dostuz, arkadaşız. Geçmişe dayalı hukukumuz var. Dostluk, ipek kaftan gibidir. İncelik ve hassasiyet ister. Onu hak etmeyenin sırtından kayıp düşer. O kaftanı taşıyamayanlar üşümeye mahkûmdur."
Beşşâr b. Gâlib el-Bahrânî şöyle anlatıyor: "Rüyamda Râbiatü'l Adeviyye'yi gördüm -onun için çok dua ederdim-. Bana dedi ki ey Beşşar gönderdiğin hediyeler nurdan tabaklar üzerinde ve ipek mendilierle Örtülmüş olarak bize geliyor. Dedim ki, bu nasıl oluyor? Dedi ki, hayatta olan müminlerin duaları bu şekilde bize ulaşır. Onlar ölüler için dua ettikleri zaman duaları kabul edilir. Sonra o dua nurdan tabaklara konulur ve üzerleri ipek mendillerle örtülür. Sonra da kendisi için dua edilen ölüye getirilir ve denilir ki bu, filancanın sana gönderdiği hediyedir. ”