1883 senesi yazında, sıcağın kasıp kavurduğu bir yaz gününde buz gibi biri olarak doğuyorsunuz. Prag'da Almanca konuşan bir Yahudi ailenin, 6 çocuğundan en büyüğüsünüz. İki küçük kardeşiniz bebeklik döneminde ölüyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan birkaç yıl önce hayatınızı kaybediyorsunuz. Ardından üç küçük kız kardeşi toplama kamplarında ölüyor.
Her kuşak kendi sürgünlüğünün tarihini yazmıştır. Her dilin varoluşunda böylesi bir tarihin izleri kaçınılmaz biçimde yer etmiştir. İnsanlığın yeryüzündeki ütopyası silinmediği sürece, sürgünlüğün sarkacı da dinmeyecektir.
"Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur.
Polonyalı bir dönmenin torunu olan Nâzım Hikmet, Kurtuluş Savaşı sırasında Rusya'ya kaçmış, orada öğrendiği şeylerle Türkiye'ye dönerek ve edebiyatı komünist propagandası için bir vasıta gibi kullanarak faaliyete geçmişti.
Macaristan cumhuriyet ilan etmişti. Kanlı bir şekilde bastırıldı. Polonyalı ve Macar subaylar Osmanlı İmparatorluğu'na sığındı. Biz bunları Rusya ve Avusturya'ya iade etmedik. Bunların çoğu da başkomutan General Józef Bem (Murat Paşa) başta olmak üzere
Müslümanlığa döndü. Bu Müslümanlık bir itikat meselesi, bir
hidayetten çok adeta bir milli kimlik meselesi olarak düşünülmelidir. Nitekim içlerinde bulunan Nâzım Hikmet'in büyük dedesi Konstantin Borzecky (ki albaydı o zaman), Mustafa Celaleddin adını almıştır, sonra general olmuş ve mirliva rütbesiyle Karadağ Savaşı'nda şehit düşmüştür.
Hayykitap'ın yayımladığı #cebimdeyoktuyüreğimdenverdim adlı eserin yorumu ile karşınızdayım.
Türk ve Dünya Edebiyatı bakımından çağın en önemli şairlerinden biri olan Nazım Hikmet Ran , tutkulu kişiliği özgün yeteneği ile hepimizin sevdiği şairlerden birisi. Sevdaya ve kavgaya adanmış hayatı