Jack London'ın biyografisini iliklerime kadar hissettiren bu esere başka bir açıyla yaklaşmak gerektiğine inanıyorum. Aynı zamanda sosyalist kimliğiyle de tanınan yazarın insan ve doğa ilişkisine bu derece hassas yaklaşması şaşırtıcı derecede güzel. Roman'ın kahramanı Buck'ın atalarının evcilleştirilmesi, hayvanların doğadan doğasından nasıl canice bir şekilde koparıldığını gözler önüne sürüyor. Yargıcın evinde doğasından yabancı veya yabancılaştırlmış bir şekilde yaşayan Buck Kuzey'e gitmesiyle ilkel doğasıyla tanışıyor. Çeşitli illüzyonlarla doğaya karşı belli bir süre yabancılaşmaya devam ediyor. Her ne kadar François Buck'a ve arkadaşlarına iyi davransada esasında bunun zaruri bir iyi davranış olduğu belli. Çünkü Kuzeyin yaşam şartları bu garip ahlaki ilişkiyi gerektiriyor. Ama kitabın asıl ölümsüzleşen kısmı John Thornton ile Buck'ın tanıştığı kısımdır. İnsanlarla doğanın arasında olması gereken ilişki tam olmasada romanın bu kısmında ortaya çıkıyor. İnsan ve doğa belli bir uyumla ancak var olabilir. İnsan doğanın varlığına uyum göstermeli, karşı koymamalı, evcilleştirmemeli, özgür kılmalı. Buck'ın sürekli duyduğu o çağrı onu özgürleştirmiş; eli sopalı insan objesini öldürmüş yani özgürleşmiştir. Ve sonunda Buck hem doğayı tanımış hemde doğasını özgürleştirmiştir. Her ne kadar kitapta determinist bir sosyalistin fikirleri kendini ara ara hissetirse de kitaba bir de bu açıyla yaklaşmak güzeldi. İnsanın ekolojiyle uyumu...