İçinde korkunç bir hınç kabarmıştı. Bu felek denen şey ne korkunç bir canavardı? Babası, ağabeyi sınır boylarında mezarsız çürüyüp giden şu şehit yavrularının bir tek mutluluğu yerin altına girerek açıkta kurda kuşa yem olmaktan kurtuluşlarıydı. Şehitlerin geride bıraktığı varlıkları bu akıbet beklemiyor muydu?
Emine Hanım, vatan hepimizin olduğu gibi onun uğrunda ölenlerin yavruları da hepimizindir. Onlardan birkaç kaşık fasulyeyi esirgersek bu memleket batar.
"Efendi, efendi"dedi." "Para mı değerli, can mı? Para her zaman bulunur ama canı nerde bulacaksın? Benim Temel'imin canı senin devlete ödediğin pis altınlardan bin kat daha değerlidir. Demek el malını verecek, biz canımızı vereceğiz öyle mi? "
Derken harp patladı. Bizi cepheye sürdüler. Bize hiçbir şey söylemediler. Yalnız, görelim sizi, dediler. Gösterin kendinizi, yiğitler! Onlar bize bu şekilde ihanet ettiler. Kalleşçe ihânet ettiler. Şimdi onlar kapılarına kapanmış, evlerinde oturuyorlar.
Bir saray hizmetçisinin kabri ile bir padişah annesinin kabri yan yana olabilir miydi? Böyle bir manzaraya dünyanın hangi modern ülkesinde rastlanırdı? Aristokrasinin zirveye çıktığı, insanların kast sistemleri ile ayrıştırıldığı, çocukları kabahat işleyince dayak atmak için saraylarında şamar oğlanı tutan sefil Avrupa zihniyeti geldi aklıma. Sonra da bir valide sultan ile bir hizmetçiyi ya yana yatıran bizim alnından öpülesi anlayışımız, peygamberâne vefa duygumuz...