İsa ‘Tanrı’yı hatırla,’ demiyordu.
Tanrı’nın sıfatlarını, emirlerini ezbere öğrenin de demiyordu.
İsa, ‘Sevgi, sevgi,sevgi! İnsanları sevin! Her insanı sevin! Yaşayan her şeyi sevin! Tüm dünyayı sevin. Ağacı, taşı, sahildeki kumu ve gökyüzündeki yıldızları sevin. Her şeye can vereni sevin. Her şeyi sevin!’ diyordu.
İsa, ‘Tanrı’yı ve insanı sevin , çünkü peygamberlerin öğretisi dinin anlamı ve özü bu sevgide saklıdır,’ diyordu.
Sevgi, çevremizdeki her şeyle yakın ilişki ve birlik duygusu, insanı, ulusları ve hatta bütün insanoğlunu dindar yapan şey budur,’ diye durmadan tekrar ediyordu sözlerini Luca MacDonald.
Bu vesileyle Tolstoy’un şu güzel sözlerini anmak gerek:
‘Toplumdaki şiddetli bozuklukların temel sebeplerinden biri, herkesin kendi hayatını düzenlemeye çalışması ama kimsenin daha iyi bir yaşam düzeni inşa etmeye gayret göstermemesidir.’
Fiziksel olarak yok olan mahalle, 1980’li yılların ortasından itibaren Türk televizyon dizilerinde hem dekor hem de tekrar edilen bir konu olarak hep gündemde kaldı. Sürekli imajları çoğaltılan mahalle için popüler bir yas tutuluyor gibiydi. Birçok televizyon dizisi İstanbul’un belli bir mahallesini kendisine mekan olarak seçti: Kuzguncuk’ta Perihan Abla (1986-1988) ve Şaşıfelek Çıkmazı (1996-1998), Çengelköy’de Süper Baba (1993- 1997), Samatya’da İkinci Bahar (1998-2001) ve Balat’ta Yeditepe İstanbul(2001-2002)… İşin tuhaf yanı bu ünlü diziler, çekildikleri mahallelerin tanınmasına ve fiyatların artıp mülklerin el değiştirdiği bir soylulaşma sürecinin yaşanmasına da neden oldular.
Camilerin hukuku diye bir şey var. Padişahın bile bir cami yaptıracağı zaman şeyhülislamdan izin alması gerekiyor. Bu caminin gerekli olduğunun ispat edilmesi gerekiyor.
Tabiatla çevresiyle uyumlu İstanbul’un tarihi silüetiyle rekabet etmemesi gereken yapılar olmalı. Çünkü biz Dubai ya da benzeri başka ülkeler gibi tarihi olmayan ülkeler değiliz…
“Güzel günler ufukta. Tek yapmamız gereken inanmak. Eskiden Tanrı’yaydı; peki şimdi kime? Kendimize. Eskiden “İnanmazsan duan/adağın kabul olmaz” denirdi, şimdi “Başarının yarısı inanmaktır.” Kısacası ayıp olmasın diye sesli dillendirmesek de modern toplumda herkesin Tanrı’sı kendisi aslında. Tam da bu yüzden kilise ve sinagogların mümin bulmak için birbiriyle yarıştığı ABD gibi ülkelerde papaz ve hahamların en azından bir kısmı dini “yapılmaması gereken”leri sıralayan bir ikaz mekanizması gibi değil, insanların “ruhani”liği tecrübe ettiği bir cemiyet gibi lanse ediyorlar. Artık kimse cezalar ve yasalar ile ilgilenmiyor zira. Cemaatle yaşadıkları birlik hissiyle daha çok alakadar kendini çok özel hisseden modern birey. Kırmızı çizgileri olmayan, herkesin kendisine göre yorumlayabildiği bir öğreti lazım ona; herkese aynı reçeteyi veren ve yukarıdan konuşan evrensel bir ahlak sistemi değil. “