Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Şevval

Şevval
@sevval_txt
öfkeli değilsen dikkatini vermiyorsundur
İstanbul
5 okur puanı
Ocak 2024 tarihinde katıldı
devlet başkanları toplumsal devrim için önceden hazırlık yapmayı asla düşünmediler, devrim onlara rağmen ya da onların haberi olmadan gerçekleşti. ulusun en güçlü, akıllı ve ahlaklı sınıfları, devrimi yönetmek amacıyla zapt etmeye çalışmadı. dolayısıyla demokrasi, vahşi içgüdülerine terk edildi; şehirlerimizin sokaklarında baba ilgisinden mahrum, kendi başlarına büyüyen ve toplumun sadece kötü ve sefil yanlarını bilen şu çocuklar gibi büyüdü. iktidarı aniden ele geçirdiğinde varlığı hala bilinmiyor gibiydi. o zaman, herkes bir köle gibi demokrasinin en ufak arzularına boyun eğdi, gücün imgesi olarak ona hayranlık duydu; sonrasında kendi aşırılıkları nedeniyle zaafa uğradığında ise yasa koruyucular demokrasinin ne olduğunu öğretip kusurlarını düzeltmek yerine ihtiyatsızca onu yıkmayı tasarladılar ve demokrasiyi yönetim becerileriyle donatmak yoluna gitmeyerek sadece yönetimden uzaklaştırmayı düşündüler. bunun sonucunda demokratik devrim, yasalarda, fikirlerde, alışkanlıklarda ve teamüllerde böylesi bir devrimden fayda sağlanmasına yarayacak değişiklikler gerçekleştirilmeden, sadece toplumun şekli unsurları üzerinde etki etti. demokrasiye sahip olduk fakat kusurlarını hafifletip doğal avantajlarını ortaya çıkaracak araçlara değil. dolayısıyla neden olduğu kötülükleri şimdiden görüyor ancak sağlayabileceği faydaları henüz bilmiyoruz.
Reklam
iradesinin kesin işaretlerini keşfetmemiz için yaratıcının bizzat konuşması gerekmez, doğanın alışılageldik ilerleyişini ve olayların gösterdiği sürekli eğilimi incelemek yeterlidir; yaratan yüksek sesle söylemese de yıldızların uzayda onun parmağının çizdiği eğrileri izlediğini biliyorum.
64 syf.
·
Puan vermedi
Çoğunluğun Zorbalığı
Çoğunluğun ZorbalığıAlexis de Tocqueville
7.4/10 · 1.238 okunma

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
etrafındaki diğer insanlardan duyduğun şüphe benim kendime duyduklarımın yanında bir hiç kalır. senin eserin. aramızdaki ilişkiye farklı sıfatlar yükleyen bu itirazda bir nebze olsun haksız olduğumu söyleyemiyorum. gerçek hayatta yaşananlar tabii ki bir mektup üzerinden yeterince değerlendirilemez. hayat sabırlı olmaktan öte bir şeydir fakat az önce okuduğun itirazın etkisi bizi gerçeğe bir hayli yaklaştırıyor. dolayısıyla biraz da olsa birbirimize karşı daha yumuşak davranabilir, rahat yaşayıp huzurla ölebiliriz.
psikolojinin tamamı, şimdiye kadar ahlaki önyargılarda ve endişelerde takılıp kalmıştır: derinlere cesaret etmemiştir. psikolojiyi benim kavradığım gibi, güç isteminin morfolojisi ve gelişim öğretisi olarak ele almayı -şimdiye kadar hiç kimse aklından bile geçirmedi: elbette, şimdiye kadar yazılmış olanda, şimdiye kadar susulmuş olanın bir belirtisini görmeye izin olduğu sürece. ahlaki ön yargıların gücü en manevi, görünüşe bakılırsa en soğuk ve en koşulsuz dünyanın derinliklerine kadar nüfuz etmiştir- ve kendiliğinden anlaşıldığı gibi, zarar vererek, ket vurarak, körleştirerek, delirterek. gerçek bir fizyo-psikolojinin işi, bilimsel araştırmacının kalbindeki bilinç dışı direnişlerle mücadele etmektir ve "kalbi" alır karşısına: "iyi" ve "fena" dürtülerinin karşılıklı birbirine bağlılığına dair bir öğreti bile, ince bir ahlak karşıtlığı olarak, hala güçlü ve sağlam bir vicdanda sıkıntı ve bıkkınlık yaratır -tüm iyi dürtülerin fenalardan türetilebilirliğine dair bir öğreti, haydi haydi. eğer ki birisi, yaşam daha da yoğunlaştırılacaksa, nefret, haset, mülkiyet düşkünlüğü, iktidar düşkünlüğü gibi duyguların bile yaşamı belirleyen duygular olarak, yaşamın toplam bütçesinde temel ve özsel olarak mevcut bulunmaları gerektiğini, dolayısıyla bunların daha da yoğunlaştırılmaları gerektiğini kabul ederse, -yargısının bu doğrultuda oluşu bu kişiye ruhsal bir hastalığın verdiği ıstırabı verir.
Reklam
öfkeli insan ve kendi dişleriyle kendini parçalayıp yırtan her kimse -gerçi ahlaksal açıdan düşünüldüğünde, gülen ve kendinden hoşnut bir satirden daha yukarıda durabilir, ama başka her anlamda daha sıradan, daha önemsiz, öğrenmeye daha kapalı bir vakadır. hiç kimse öfkelenmiş biri kadar çok yalan söylemez. zordur anlaşılmak: özellikle de çoğunluğu farklı, yani kaplumbağanın yürüdüğü gibi yürüyen -ya da olsa olsa "kurbağanın sıçrayışı gibi" düşünen ve yaşayan insanlar arasında ganj nehri'nin akışı gibi düşünüp yaşadığında -kendim de anlaşılmak için ne gerekiyorsa yapıyorum?- bir nebze yorum inceliği için gösterilen iyi niyete bile yürekten minnettar olunmalıdır. fakat her zaman fazla rahat olan ve özellikle de dost oldukları için rahat olma hakkına sahip olduklarına inanan "iyi dostlar"a gelince, onlara yanlış anlamak için baştan bir alan tanınırsa iyi edilir: -sonrası gülmektir böylece;- ya da tamamen defterden silmek onları, bu iyi dostları, -sonra yine gülmek!
insan inanılmaz derecede ahmak bir varlıktır. daha doğrusu ahmak değil de, bir eşine daha rastlanamayacak kadar nankördür. bütün bu mantık düzeni içerisinde, bayağılığı yüzünden anlaşılan bir adam ortaya çıkıp elini beline dayayarak, "ne dersiniz, şu matematiksel hayatı boş verip logaritmacıları cehenneme yollasak da biz ahmakça, canımızın istediği şekilde yaşasak nasıl olur?" derse, inanın buna hiç şaşırmam. o adamın böyle bağırması çok da önemli değil. önemli olan peşinden gidecek insan yığını... insanın yaratılışı böyledir işte! bunların hepsi ne kadar küçük ve basit bir sebepten ortaya çıkıyor; insan her zaman ve her yerde, aklının ve çıkarının gösterdiği değil de, canının istediği yoldan yürümeyi sever. çıkarlarımızın tam tersi şeyler de isteyebiliriz, hatta bazen kesinlikle böyle olmalıdır.
mesela birine bağırıp masanın etrafında peşinden koşardın ve yakalayacakmış gibi yapıp yakalamadığını anlardım. sonra annem o kaçan kişiyi kurtarırdı. böylece kurtulan çocuk hayatını sana borçlu olduğunu düşünür ve sırf senin merhametinle hayatta kaldığına inanırdı. istemediğin bir şeyi yaptığımda hemen moralimi bozmaya başlardın ve sana duyduğum saygı belki de becerebileceğim her işin başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açardı. kendime olan güvenimi kaybetmiştim. tahammülüm kalmamıştı, doğru düşünemiyordum. yaşlandıkça sürekli karşıma ne kadar işe yaramaz olduğumun kanıtı olan şeyleri çıkartırdın ve bu örnekler seni de haklı çıkarttı. ben yine de senin yüzünden bu durumda olduğumu söylemek istemiyorum ama senin güçlendirdiğin şeyler vardı ve kudretin çok yoğundu. karşımda inanılmaz güçlüydün ve tamamını kullanırdın.
her yerde bana acındığını duymak ve boş insanların başına hep bunun geleceğini söyleyecek kibirli ve başkalarını küçük gören düşmanlarımın zafer kazanması göğsüme bir hançer saplamak istememe neden oluyor. bunları umursamamam gerektiğini söyleyebilirsin ama kendisinden yararlanan aptalların kahkahalarına sabırla katlanabilecek kimse var mıdır? ancak onların söylediklerinin asılsız olduğu ortaya çıktığında insan biraz olsun huzur bulabilir.
bir yargının yanlışlığı bizde henüz o yargıya itiraz etmek için bir neden oluşturmaz; yeni dilimiz bu konuda belki de kulağa çok tuhaf geliyor. asıl soru o yargının nereye kadar yaşamı teşvik edici, yaşamı sürdürücü, türü-sürdürücü hatta belki de türü-yetiştirici olduğudur; biz de bizim için en vazgeçilmez olanların en yanlış yargılar olduğunu, insanın mantıksal kurguları geçerli kabul etmeden, gerçekliği saf uydurulmuş bir mutlak olanın, kendi kendine eşit olanın dünyasına göre ölçmeden, dünyanın sayılardan oluşan bir sahtesini sürekli yapmadan yaşayamayacağını, -yanlış yargılardan vazgeçmenin yaşamdan vazgeçmek, yaşamı reddetmek olduğunu- öne sürmeye temel olarak eğilimliyizdir. hakikat dışının yaşamın koşulu olduğunu kabul etmek: açıkçası bu, tehlikeli bir biçimde alışıldık değer duygularına direnmek demektir; buna cüret eden bir felsefe yalnızca bunu yapmakla bile iyinin ve kötünün ötesinde konumlanır.
Reklam
ben, kötücül hasta bir adamım... sevimsiz biriyim. içi öfkeyle dolu, çekilmez bir insanım. sanırım karaciğerimden de rahatsızım. doğrusu hastalığımın ne olduğunu hatta neremin ağrıdığını bile bilmiyorum. tıbba, doktorlara karşı son derece saygı duyduğum halde tedavi olmak için hiçbir şey yapmadım. dahası, boş inançlara bağlı olan biriyim; hem de tıbba saygı duyacak kadar. sırf inadımdan tedavi olmak istemiyorum. siz tüm bunlara bir anlam veremiyorsunuzdur sanırım. ama ben çok iyi anlıyorum. huysuzluğumla kimin canını yakacağımdan bahsetmeyeceğim; doğrusu bunu ben de bilmiyorum. bildiğim tek şey, böyle hareket etmekle sadece kendime zarar vereceğimdir. bunu bilmeme rağmen sırf inadımdan tedavi olmuyorum. karaciğerim ağrıyormuş, bırakın, varsın daha beter ağrısın!
gençlik zaten kendi başına sahteci ve aldatıcı bir şeydir. daha sonra, genç ruh katıksız hayal kırıklıklarının çektirdiği azapla, sonunda kendine kuşkuyla yaklaştığında, kuşkusu ve vicdan azabında bile hala sıcak ve yabanidir: şimdi nasıl öfkelenir kendine, nasıl da sabırsızca paralar kendini, nasıl intikam alır uzun süre kendi gözünü köreltmiş olmasından, sanki bu bilinçli bir körlükmüş gibi! bu geçiş sırasında kendi duygusuna karşı güvensizlik içinde, kendi kendini cezalandırır; heyecanına kuşkuyla işkence eder, vicdan rahatlığını bile bir tehlike, adeta daha ince bir dürüstlüğün kendini örtmesi ve yorgunluğu olarak hisseder; her şeyden önce bir tavır, esaslı bir tavır alınır "gençliğe" karşı -bir on yıl sonra: anlaşılır ki, tüm bunlar da hala gençlikti!
saygıdeğer karıncaların hayatları yuvalarında başlar ve orada da biter; bu kararlı ve inatçı tavırlarıyla çok onurlu bir hayat sürerler. buna karşın insan, gelip geçici hevesleri olan, tutarsız bir varlıktır ve tıpkı satranç oyuncuları gibi hedefe ulaşmayı değil de, hedefe giden yolları daha çok sever. emin olamayız elbette, ama insanın ulaşmak için çabaladığı şey, hedefe giden bu yol olabilir; o da hayatın ta kendisidir zaten. aslına bakılırsa hedef, iki kere iki dörttür -yani bir formüldür- ama bu formül, hayatın değil, ölümün başlangıcıdır. insan, daima iki kere ikinin dört etmesinden az da olsa bir korku duymuştur; tıpkı benim duyduğum gibi. insanın uğrunda denizler aştığı, hayatını tükettiği hedefi, iki kere iki dörttür; ama öte yandan insanın korkusu, bu hedefe ulaşmaktır. çünkü ulaştığı an hedefsiz kalacağının bilincindedir. işlerini bitirip paralarını alan işçilerin gideceği yer meyhanedir, oradan da karakola düşerler nasıl olsa. alın size, en az bir hafta sürecek uğraş. peki ama bizler nereye gideceğiz? bu nedenle hedefe her varışta bir huzursuzluk duyulur. insan, hedefe ilerlemeyi sever, ulaşmayı değil; şüphesiz çok gülünç bir durumdur bu.
aslında çok hoş ve herkesin sahip olamayacağı türden sessiz ve iyimser bir gülüşün var ve bu etrafındaki insanları mutlu edebiliyor. ben küçükken bu gülümsemelerini çok fazla gördüğümü hatırlamasam da yine de görmüşümdür, diye düşünüyorum. yani henüz gözüne masum göründüğüm ve benden büyük beklentiler içinde olduğun zamanlarda neden gülümsemiş olmayasın ki? yine de böyle düşünceler içerisinde olmam bile suçluluk duygumu azaltmak yerine arttırmış ve hayatı benim için daha da zor bir hale getirmiştir.
73 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.