Yine tadı damağımda kalan bir roman okudum.
Kitabı ilk elime aldığımda kapağını uzun uzun inceledim ama bir türlü anlamlandıramadım. Tabii ne karakterlerden ne de hikayeden haberdardım.
Taa ki şu satırları okuyana kadar;
"Firuz, onun saç örgülerini iki idam ipine benzetti. Uçlarından kendi ile dostunun cansız bedenleri
“Sırt çantamdan bir kitap çıkardım. Elimdeki kitabı sımsıkı tutuyor, içindeki karakterleri yere dökmekten korkuyordum. Lakin içlerinden biri kitabın ipine tutunarak aşağı indi. Benimle gelmek istemediğine hükmedip, gitmesine izin verdim.
Yüzümde fazla roman okuyanlara özgü bir kırışıklık vardı. Okuduğum kitaplardaki karakterlerin ifadeleriydi bunlar. O karakterlerden yardım istesem de yanıt alamıyordum.
Okuduğum her kitapta kendimi aradım. İyi bir kitap okumak, hayat kurtarabilir. Dağılan bir hayatı yeniden kurmak için kitaplarda çok parça var. Hayatı romanlara göre yaşamak insanı epey yoruyor. Keşke oturup sabahtan akşama kadar roman kahramanlarının arkalarından konuşacak kadar dertsiz olsaydık…”
“Yaşamak ile Var Olmak, aynı şeyler değildir. Aralarında sonsuz bir boşluk var ve hepimiz o boşluğun içerisinde debeleniyoruz. Aynı çerçevenin içinde sırtımızdaki türlü yüklerle omuzumuza mühürlenmiş, ucu kim bilir kimin elinde olan iplere bağlı olarak, bıkmadan usanmadan aynı oyunları oynamaya devam ediyoruz. Sahnede bizi eğlendirene ‘bakın bu benim,’ diyerek yaralarımıza gülüyoruz. Oysa bizi sahneye çıkarıp iplerimizi ileri geri oynatmak istediklerinde dişlerimizle koparmalıydık o ipleri. Dişimiz kırılırdı en fazla kolumuz bacağımız. Neticede kukla değil miyiz, ne fark ederdi ki bizim için. Ama yapamadık işte. Çünkü biz insanız, zayıfız, riyakarız, korkarız, alçağız…”
Yıldızlara baktı.
Gökteki yıldız sayısı kadar kader olduğunu ve yüz binlerce insanın yazgısını omuzlayan bu küçücük dünyayı nasıl olur da yörüngesinden çıkarmadığını düşündü.