Bana öyle gelir ki dünyanın harikalarından biri de benim, yani biziz. Benim ama bunu kim bilecek? Bir derdimiz de budur, benim, benim gibi yaşamış olanların. Biz ne olacağız? Bizim yaşadıklarımız ne olacak? Hiç yaşamamış mı sayacaklar bizi?
Peki felsefeyle, yüksek şeylerle uğraşmak zengin sınıfının harcıydı da biz nasıl düşündük, nasıl inandık, savaşlar, hapisler, kıtlıklar arasında, nasıl, nasıl, nasıl ha?..
Şimdiye değin Lambo'da birçok sanatçıyla tanıştım. Tanımadığım UÜVYZ'dir çok çok. Onlara ne vakit şiirden, siyasetten söz açsam, ne vakit onlarla insanlık gereği bir dostluk kurmak istesem ya da bildiğim bir konu üzerinde ciddi olarak tartışmaya yeltensem alaylı, takılmalı bir havaya girdiler; sözleri, konuyu boğuntuya getirip işi ya sululuğa ya da kavgaya döktüler. Ne vakit iş aradığımı, yardım edip edemeyeceklerini sorsam, kaçtılar. İçlerinden hiçbirine sanat dışı, insan merakı dışı bir ilgi duymadım, açıkçası erkek oluşları hiç ilgilendirmedi beni. Onlar hakkında aşağı yukarı iki yıllık bir deneme sonucu vardığım karar şuydu: Olduklarından büyük görünmek istemek.
Bu kitap benim sinirlerimi baya yıprattı.
Benim Simone de Beauvoir'dan ilk kitabım ve gerçekten kitabı beğendim. Kadının yalnızlığını o kadar gerçekçi anlatıyor ki, karakterlerle empati kurmamak, hissetmemek imkansız. İnsanı insan yapan kusurlarıyla birlikte, hayatın, insan ilişkilerinin ve hislerin sert gerçekçiliğini okuyucunun yüzüne çarpıyor.
Bu yeniden doğuş ve bu süreklilik, içimde bir sonsuzluk duygusu uyandırıyordu. Toprak gözüme ilk çağlarda olduğu kadar taze görünüyordu ve an, kendi kendine yetiyordu. Oradaydım, ayaklarımızın altında, ay ışığıyla yıkanan kiremit çatılara yalnızca keyif için bakıyordum. Bu kayıtsızlığın dokunaklı bir büyüsü vardı.