İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratima tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizde şeytan yok... içimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...
Ya cezalandırdığınız adamın ailesi, anne babası, bu dünyada kimsesi yok. Ve bu durumda ne eğitim ne öğretim almadı, aklı da kalbi de dikkatten yoksun kaldı; öyleyse, bu sefil yetimi hangi hakla öldürüyorsunuz? Onu bir soyu olmaksızın yerde sürünen çocukluğu yüzünden cezalandırıyorsunuz! Onu, bıraktığınız yerdeki yalnızlığa hapsediyorsunuz! Onun talihsizliğinden suç çıkarıyorsunuz! Kimse ona doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi öğretmedi. Bu adam bilmiyor. Onun hatası kaderine ait, ona değil. Masum bir adamı cezalandırıyorsunuz.