Bir topçu tayfası; Moskof batıyor, moskof batıyor!
Şimdi yine kurtarma madalyası kazanacağız” diye bağırıyordu.
Bugün pek yok ama, savaşta doğal olan bir İnsanî görev
kurtarma adettendi. Projektörler tekrar diğer düşman gemisine
yöneldiğinde, beklenilmedik bir şekilde filonun diğer
takımı gecenin karanlığında ortaya çıkmıştı. Bu durum da
düşünülmez, akıl yürütülmezdi. Düşmanın büyük bir kısmına
karşı tek başına mı? Dört yüz elli kişinin hayatı üzerine
de oynanamazdı. Bu Ruslara teslim olmak demekti. Göz
göre göre kendi sonunu hazırlamaktı. Midilli ani bir manevra
ve yirmi mil hızla Sebastopol’a doğru uzaklaşmıştı.
Köprü üzerinde bazen kısa bir komut çınlıyor, kaptanın
sırtı birden dimdik oluyordu. Gecenin gözleri vardı. Karanlığın
örtüsüne bürünmüş, göz kırpan düşmanın kırmızı beyaz
gezleri.
— Projektörler açılsın! Gemi savaş durumuna!
Oysa, işte her şey ellerindeydi. Yüksek mevki, şeref,
mükemellik, muhteşem döşenmiş bir ev, ellerini saygı ile
göğsünde çaprazlayarak her emrini yapmaya amade hizmetçiler,
otomobiller ve ahırların da bakımlı atların dolaştığı bir
malikâne.
Tembel tembel evde uzanmayan, kendini halkının iyiliğine
adamış, anlaştığı uyumlu, genç bir eşi vardı. Pek çok kişinin elde etmek için ömür boyu uğraştığı
bütün bunları kader ona sunmuştu. Bütün bu hayatın sonunda
ne vardı? Daha fazlasına cesaret edemiyordu. Aşmaması
gereken bir sınır vardı. Mukaddes kanunlara güvenmeli,
içinde yanan sakin ve aleve dayanan bir inancı olmalıydı.
Ara sıra onu yoklayan, pek de seyrek olmayan, onu zorlayan
karanlık sevgiler vardı: Ben yaşlanmayacağım. Hayatım
çok çabuk sona erecek”
Bu durum onun için yeni birşey değildi. Daha önceki savaşlarda da elinde tüfek, revolver veya süngü tutan düşmanla karşı karşıya geldiğinde de aynı duyguyu hissetmişti.Şimdi, üzerinde koyu renkli bir belirginlikte, sonu görülemeyecek kadar uzun insan karaltılarının dolaştığı dev trans Kafkas sıradağları, beyaz parıltılı bir suskunluk içinde yükseliyordu. Yan yana üniformalar, kalın kürk başlıklar altında bronz renkli yüzler. Topuklarının karda ses çıkarmayan çizmeler kurallara uygun olarak kalkıp iniyordu. Tüfeklerin namluları güneşte pırıldıyor, bazen bir haykırış, çıngıraklı bir kahkaha, kuvvetli bir küfür, coşturan, kavga eden kelimeler, at kişnemeleri birbirine karışıyordu
İlk şüpheler, başlangıçtaki sıkılganlığı geçtikten sonra
çeşitli yönlerden özellikle de, Pangaltı’da bir yıldır kalan, ama
müthiş bir özel koku alma yeteneğine sahip bir arkadaşının
getirdiği haberlere kulak kabartmakla başlamıştı.
Özellikle, Freiherr von der Goltz’uıı saray kafiyelerine karşı
verdiği inatçı mücadele konusu, Enver’e dinlemeye ve düşünmeye
itiyordu. Böylece bunlardan bir şeyler çıkarıyor,
bağlantılar kuruyor ve sonuçlara varıyordu.
Eğer bir kere İstanbul’da olursam her şey değişecek diye
kendini avutuyordu. Kısa zaman sonra askeri okulun bitirme
imtihanlarını pekiyi dereceyle bitirerek, İstanbul’da
Harp Akademisi’ne yazıldı. Başkent onun için bir aydınlanma
oldu.
Ve orada iç politikanın durumunu daha çabuk ve ayrıntılı
görmeye başlayacaktı.
Manastır’ı üzülerek terk ettikten bir kaç gün sonra, alışık
olmadığı kadar güzel bir üniforma giyiyordu arlık. Yeni
arkadaşlar, yabancı insanlar ve değişik fikirler. Bir gece yarısı
yatakhanede birden ışıklar yanmış ve birkaç subayla içeri
giren okul kumandan vekili Rıza Paşa’nın sesi kısa ve sert
emirler vermeye başlayıvermişti. Yarattığı hava şaşırtıcıydı